Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Akıl, mütearife ile yol alır; mütearife, gerçekliği apaçık meydanda olduğu için isbatı gerekmeyen şey demektir. Felsefe sathında mütearifenin dahi isbatı ve ne idüğünü tahkik etmek mümkündür; ama felsefe bile mütearifelere (aksiyom) dayanmadan mesafe alamaz.

  1. yıl münasebetiyle bakalım kim önce akledip de atla arpayı döğüştürecek diye merak etmeye kalmadı; kendi kabuğunu büyük bir televizyonculuk başarısı göstererek doldurmaya muvaffak olan bir programda Osmanlı düşmanları ile Osmanlı müdafiileri göğüs göğüse gelmişler; azim bir cenk olmuş. Etraftan hala mecruhların ah ü eninleri yükseliyor.

Sözü edilen tartışma programını ben de seyrettim; ama bir buçuk dakikalığına; bu süre içinde Edirne'den telefonla tartışmaya katılan ve profesör olduğunu bile açıklamakta beis görmeyen bir şahıs, "Osmanlı bizim neyimize, bizim tarihimiz Cumhuriyet'le başlar" mealinde şeyler söyleyince kendi kendime "mesele tavazzuh etmiştir" deyip ekrana elektrik gönderen devreyi iptal ettim. Ertesi gün bir arkadaşım, sabahın beş buçuğuna kadar dövüşü takip ettiğini söyleyince şaşırmadım; pek öfkeliydi; hayli zaman Osmanlı'ya düşmanlık gösterenlerden sızlandı durdu. "Benim gibi yapsaydın, hem uykusuz kalmaz, hem de sızlanmazdın" dedim; ama meramımı anlatamadım.

Osmanlı tarihi ile Cumhuriyet'in biribirinin devamı olduğu bir mütearifedir; her mütearife gibi felsefe sathında bu meselenin tartışılması mümkündür; ama tartışmaya taraftar olanların "ehliyet" serdetmeleri kaydıyla. Adam daha ilk cümlesiyle ehliyetinin derecesini beyan ettikten sonra "önü zulmet sonu zulmet" bir gecenin seherini beklemeye gerek kalmaz.

Eminim ki bu programcılık mantığı, suyun deniz seviyesinde 100 santigrat derecede buhar haline geldiği mütearifesinden bile sabahlara kadar iştahla sürdürülebilecek bir tartışma icat edebilir. Hakikat kimin umurunda; tartışma devam etsin yeter. Peki, tartışmanın beşinci dakikasında hakikat bütün vecheleri ile ilmi surette tezahür ederse ne olacak; felaket!

Tartışmanın özü ne? Birileri çıkıp Osmanlı geçmişimizi yok sayıyor, biz de başlıyoruz müdafaaya. İtham ve müdafaa sürecinden hakikat çıkmaz; çünkü böyle bir münakaşadan hakikat sadır olması için "tarafeyn"in eşit seviyede ehil ve recül olması lazımdır. Birilerinin suçlayıcı, diğerlerinin müdafii olduğu tartışmalar "galebe" maksadına kilitlenir, halbuki tartışmada asıl galebe hakikatin tecellisidir.

Müdafaa tavrı bizim ruhumuza sinmiştir; garip değil mi, iki asırdan beri hem askeri hem fikri planda en sevdiğimiz mevkii "defansif vazifeler"dir. Halbuki müdafaa, hakikatin ortaya çıkması için uygun bir pozisyon değildir. Tam tersine saldırı da hakikati istihdaf etmez; hakikat ancak ona saygı duyanların erişebileceği bir mevhibedir.

Aslında tartışılıyor mu; bu bir kavga ve meşhur meseldir, "kavgada yumruk sayılmaz". Biz, esas itibariyle ilmin söz söyleyebileceği yerlerde kavga ediyoruz. Bu kavga esnasında vatandaş aydınlanıyormuş; nasıl aydınlanma ve nasıl bir bilgilenme bu? Bu tip münakaşalardan elde edilecek tek kazanç, olsa olsa kavga tekniği hakkındadır.

Mesleki ehliyet ve kariyerini üstünlük sebebi sayanlara gülerim; ama tarih disiplinini, özellikle tarih usulünü ilgilendiren nazik nüansların, bu kabil kavgalar esnasında ayaklar altında kaldığını görmek beni öfkelendiriyor. Bu ülkede, herhangi bir sahada ihtisas yapmış bir kişi rahatlıkla kendisini tarih hakkında konuşmak için yeterli görüyor; kıraathane ve ev sohbetlerinde serdedilen "tarih alakası"nı makul bulurum; ama "biz de bu işten anlarız; biz de kitap okuyoruz" yaklaşımıyla her adımda tarih usulünün zeminini berbad edenleri ciddiye almak zorunda hissetmiyorum kendimi.

Sayın Ahmet Akgündüz'e sözüm yok: Vasati okuyucu seviyesine hitap edebilen, gerçekten emek mahsulü, ciddi ve güzel bir eser hazırlamış; bu eser etrafında açılan bir münakaşaya iştirak etmesini tabii karşılarım ne var ki böyle münakaşaların muhatabı olmak eminim ki onu da muazzeb etmiştir.