Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

-Bir yaban kazını veya yaban ördeğini dünya gözüyle en son ne zaman gördünüz, sorusuna çoğumuzun vereceği cevap tahminimce olumsuz olacaktır. Kuş gözlemcileriyle avcılardan başka bu güzelim hayvanları havada veya yerde gören yok gibi. Peki bir geyiği, ormanda ağaçlar arasında gezinirken görenimiz var mı?

Ben bir ay önce gördüm, ama Türkiye’de değil.

Yaban kazları ve ördeklerini “New York’un içi” sayılacak Hudson körfezinde konup uçarken görünce aklıma gelen ilk şey, “Avcılar nerede; mutlaka şimdi birileri ateş eder” diye endişelenmek oldu. Geyiği görmek için ise ormana gitmeye gerek bile yok; otoyol kenarındaki ağaçlar arasında lâkaydane bir edâ ile geziniyorlar!

Tabiat varlıklarına karşı bakışımızda bir gariplik, bir aksaklık olduğunu düşünüyorum; belki hayvan belgesellerine Türkiye’de bu kadar fazla seyirci çıkmasının sebebi tabiattan dramatik kopuşumuzdur. Uçan, yürüyen ve yüzen her canlıya ateş etmeyi marifet bilen avcılık anlayışını ehlileştirmek için daha çok gayret sarf etmemiz gerekiyor diyeceğim ama galiba artık vakit çok geç.

(Tam bu satırları yazarken ormanlık alanların kıyısına-köşesine inşaat ruhsatı verecek torba kanun teklifi haberi düşüyor ekranlara!)

PARAMIZLA REZİL OLMAK...

Amerikan filmlerinde görüp özendiğimiz, “Ah n’olur biz de böyle kutu gibi şirin ve bahçeli evlerde oturabilsek” diye iç geçirdiğimiz küçük şehirlere ve kasabalara da yolumuz düştü. Büyük şehirlerde ‘Downtown’ denilen ve iş merkezlerinin yoğun olarak bulunduğu özel bölgeler haricinde tipik Amerikan yerleşimi yüksekliğine değil enine yayılmış bir karakter gösteriyor. Vaktiyle imar işlerine bakan kamu otoritesi şehirlerin merkezine yığılmak yerine açık araziye yayılmayı ve yatay yerleşimi teşvik ettiği için sevimli ve insânî bir iskân anlayışı yerleşmiş. İnşaat muhasebesini bilmem lâkin basit bir hesapla fark edebiliyorsunuz ki orta sınıf Amerikalıların imrendirici mesken anlayışı sadece zenginliğin değil, vaktinde doğru kararlar almasını bilen üst aklın eseridir. Bir apartman dairesine ve arsa payına ödediğimiz miktarla aynı yerleşim anlayışını Türkiye’de yaşamak pekâlâ mümkün. Ağaçlarında sincapların cilveleştiği, az ilerisinde geyiklerin otladığı sâkin ve iyi korunmuş tabiat içindeki şirin evlerde barınmak için Amerikalı veya zengin olmaya gerek yok.

Dikine yoğun şehirciliğin yüksek rant kazancı yüzünden kısaca paramızla rezil oluyoruz demek geliyor içimden.

_Dünya hakikaten küçük galiba. Haylidir unutup özlediğimiz karakışı bütün cilveleriyle New York’ta bizi bekler bulduk. Fotoğraf, Hudson Körfezi’nin donmaya başladığının resmidir!_

AĞAÇLARIMDAN DAL KESENİN...

Dikkati çeken bir küçük ayrıntı daha. Yol kenarlarında bolca gördüğümüz ormanlık alanlarda fırtına veya yaşlılık sebebiyle devrilip kurumuş ağaçlar gördüm. Boston ve Washington ziyaretleri esnasında da aynı manzarayla karşılaşınca sebebini merak ettim. Değil ormandaki devrilmiş bir ağacı kesmek, özel mülkün bahçesindeki ağaçlara dokunmak bile resmi otoritenin iznine tabi imiş. İster istemez yoksulluk, görgüsüzlük, kolaycılık ve devletin nemelâzımcılığı yüzünden katledilen ormanlarımız aklıma geldi. Ağaç Türkiye’de yetişir, hem de âlâsı; Batılılarla aynı kalitedeki karayollarında seyahat etmek için biz de benzer miktarda para harcıyoruz. İşgücü, teknik bilgi derseniz o da mevcut fakat Kapıkule çıkışından itibaren gördüğümüz Batı şehirlerindeki intizam, temizlik ve güzellik bizden çok uzaklarda.

Tekrâren ifâde; bunun kısaca adı paramızla rezil olmaktır; başka hiçbir şey değil.

MODERN MİMARİ DEĞİL, BERBAT MİMARLIK KÖTÜ

Belki de hep kötü örneklerini görmek yüzünden bizde, (daha doğrusu bende) modern mimariye karşı nefretle karışık bir küçümseme yerleşti; buna tepki olarak ananevi mimarlığımızı önemseyerek ona tutunmaya çalıştık. Bu bakış açısında önemli bir kusur olduğunu itiraf etmeliyim. New York’un en çirkin yerleşim mıntıkası sayılabilecek Brooklyn’i ve özellikle Amsterdam’ı gördükten sonra hayretle fark ettim ki kusur modernlikte değil moderni de geleneksel mimarlığı da bilmeyen ve iyi özümseyemeyen mimarlık uygulamalarındadır. Bir örnek vereyim: Manhattan’ın ve Brooklyn’in en berbat en beğenilmeyen mahallelerinde bile mimari haysiyetini hâlâ vakarla muhafaza eden yüzlerce apartman, hatta sanayi tesisleri bulunuyor. Civarlarında çok daha iyi örnekler bulunduğu için göze kötü geliyordu ama her biri hendese ve tenasüb nedir bilen bir mimarın elinden çıkmıştı.

Sanayi yapılarında bile mimarlık haysiyetini koruyabilen bir kavrayışa saygı duymak gerekir.

Bu nazarla bakılınca dünyaca meşhur gökdelenleriyle göğe doğru çemkiren bir beton, çelik ve cam gürültüsü gibi okunabilecek Manhattan’ın bile kendi içinde tutarlı bir güzelliği ve hendesesi var.

Adamlar çalışmış yani; bu arada başkaca bir şey yapıp yapmadıklarını merak edenler, şan ve şerefle, kahramanlıklarla dolu milli tarih okumalarına biraz olsun ara vererek Batı tarihi okumalılar.

Cevap orada!

Kampta kuru fasülye

Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ilk defa 2009’daki ABD ziyaretimde görmüş, bir miktar olsun sohbet etmek, tanımak imkânı bulmuştum. ‘Tarih’in garip bir cilvesi olsa gerek, o zaman ziyarette bulunduğumuz gazeteciler arasında şimdi yollarını ayırmış arkadaşlar da vardı.

New York’a gelişimizin üçüncü haftasında karlı ve soğuk bir kış günü eşim ve oğlumla birlikte Hocaefendi’yi görüp ziyaret etmek için yeniden yola koyulduk. Hesapça öğle namazını ‘kamp’ta edâ niyetimiz vardı ancak kış şartları sebebiyle öğle namazına katılmak mümkün olmadı. Yolda sohbet esnasında, “Bir kurufasulye pilav olsa da yesek, ne güzel olurdu; yanına da turşu ve ayran” diye geçirmiştim içimden. Öğle karavanasının son demlerine yetişip de sofrada, öğrenci ve gariban takımı arasında “Milli takım” diye ünlenen kurufasulye-pilav ikilisini görünce hoşnutluğumu tahmin edebilirsiniz.

Fasulye-pilav deyip geçmeyelim; her ikisi de sanat derecesinde üstün bir hünerle pişirilmişti ve misafir olmanın avantajıyla ikinci porsiyon hakkımı kullanmakta tereddüd etmedim.

Hocaefendi’yi ziyaret

Hocaefendi, ABD şartlarında orta halli, mütevazı bir evde kalıyor. Sohbetimiz esnasında ilginç bir not nakletti ve dedi ki, “Zaman zaman bu salonda 30 kişi civarında arkadaşla namaz kıldığımız oluyor ve neticede bu bina, vaktiyle sahibinden devralınmış, bir ailenin ihtiyaçlarına göre tasarlanmış. Duvarlar, taşıyıcı sistem belki kâfi gelmez, sonradan bir talihsizlik olmasın diye uzmanına tahkik ettirdik, isâbet etmişiz çünkü tamir ve tadilâta ihtiyaç olduğu ortaya çıktı.”

Hocaefendi, büyük nezaket gösterdi, kısa görüşmemiz sonunda hediye ettiği tesbih ve takke çok makbulüm oldu. Ben de kardeşinin vefatından ötürü tâziye dileklerimi ilettim. Biraz sonra başlayacağı fark edilen tefsir dersini geciktirmemek için müsaade isteyip yeniden yola revan olduk.