Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bazı illerin, bazı kazalarıyla başı derttedir ve vilayet olma hakkının kendilerinden vaktiyle çalındığını düşünürler nedense; vaktiyle Aksaray'ın Konya ile nisbeti böyleydi meselâ.

Kemaliyeliler, zorlanmadıkça Erzincanlı olduklarını pek söylemezler. Sivas'ın da Zara'sı vardır; sorulduğunda Sivaslılığı görmezden gelip,

-Zaralıyık derler.

Zara'nın balını, peskütanını (bir nevi kışlık yoğurt), kıymalığını meşhur bilirdik; bir zamandan beri Zaralılar mizah sektöründe de iddialı bir duruma geçtiler. Şener Çınar'ın derlediği "Çelik Yelekli Kuşlar" isimli kitap (*), bugünlerde Zaralılar arasında altın gibi muamele görüyor. İşte bu hafta size bu kitaptan seçtiğim bazı örneklerle zihninize bir Zara çentiği açmak istiyorum.

Tufan bey Hac'dan dönen Kösemet'i (Köse Ahmet) ziyarete gidiyor. Hatıralarını anlatırken Şeytan taşlama faslına gelen Kösemet,

-Kuyunun başına vardım Allah yarattı demeden şeytanın kafasına kafasına taşları ekleştirince ol cânibden bir feryad geldi ve şeytan "yandım anam, etme Kösemet, ocağına düştüm Kösemet" diye yalvarmaya başladı!..

Sözün tam burasında Tufan bey dayanamıyor, "Ayıp etmişsin Kösemet" diyor.

-Niye ki Tufan dayı?

-İnsan kırk yıllık arkadaşını taşlar mı bre vicdansız!


Zara'nın çiçeği burnunda kaymakamı şehrin en fiyakalı lokantasında karnını doyururken aniden feryada başlıyor. "Garsoon, nedir bu rezalet, kapatırım burasını, zart zurt.."

Köşede çorbasını içen Tufan bey bağırtıyı duyup garsonu çağırıyor, "Nedir oğlum bu feryat figan?"

Garson ezile büzüle, "Kaymakam beyin çorbasından telis (çuval) parçası çıktı da ona kızıyor" deyince Tufan bey hışımla Kaymakam'ın üstüne yürüyor,

-Buraya baksana yeğenim, diyor, "ne ortalığı velveleye veriyon; elli kuruşluk çorbadan İngiliz kumaşı çıkacak değil ya, çıksa çıksa telis parçası çıkar; otur şimdi edebinle yemeğini bitir."


Tufan bey'in menkıbeleri ayrıca kitap yapılsa yeridir; biz şimdi Zara'nın diğer nükteperdazlarından da bahsedelim.

Mevsim kış; Kızıldağ kapanmış. Yolcu otobüsleri Zara'da bekletiliyor. Lokantalar tâbir-i âmiyâne ile "ful çakılı". Derken müşterinin biri başlıyor bağırmaya,

-Bu ne biçim lokanta; medeniyet buraya uğramadı mı?

Lokantacı Hacı Solmaz derhal hadiseye el koyuyor, "Buyurun efendim, nedir şikâyetiniz?"

-Koca masada bir kürdan yok!

Hacı Solmaz gayet soğukkanlı, "Haklısınız efendim" diyor; ben bu Zaralılara kürdan kullanmayı öğretemedim; kullandıktan sonra 'belki bir vatandaşın işine yarar' diye tekrar yerine koyan yok; kaldırıp atıyorlar!


Keresteci Kör Hallâ (Halil ağa) sıkıntıdadır. Vaziyeti fark eden bir tanıdık yaklaşıyor, Hallâ'nın derdini soruyor.

"Sorma yeğen" diyor Hallâ. "Deli Vehbi'nin oğlu Feridun'u bilin; rezilin biri, koynunda yarım metrelik saldırmaya geziyor."

-Ee, ne olmuş?

-Olacağı şu, her gün akşam burdaki kerestelerden birini sırtlayıp götürüyor; sabahleyin getirip bana geri satıyor. Polise versem, iki ay yatıp çıkacak. Terslesem bıçağıyla doğrar beni bu deli herif!

-Haklısın, kötü!

-Asıl kötü o değil yeğenim, diyor Hallâ. "Diyelim ki benim malımı bana satıyor; ona da razıyım lakin benimle kıran kırana pazarlık etmesi yok mu; asıl gücüme giden o."


Deli Vehbi'nin yevmiye dört kilo süt veren ineği hastalanıp iğne ipliğe dönünce Vehbi çaresizlik içinde and içiyor,

-Yarabbi bu ineği bana bağışlarsan on gün oruç tutacağım.

Ertesi gün inek ayağa kalkıp yem kesmeye başlayınca Vehbi, "Şükürler olsun" deyip oruca başlıyor. Bir, üç, beş derken sekizinci günün sabahı ahıra gidenler ne görsün; inek dili dışarda, dört bacağı havada, sırtüstü uzanmış kalmış.

Vehbi, hayli dövündükten sonra dışarı çıkıyor; ellerini havaya kaldırıyor,

-Eğer ben de tuttuğum sekiz orucu önümüzdeki Ramazan'dan düşmezsem bana da Deli Vehbi demesinler!


Kalaycılığın rağbetini yitirdiği demlerdeyiz. Kalaycı Niyazi işsizlikten dükkana uğramaz olmuş, üç beş kuruşluk işi çırağına bırakıp kahveye postu sermiş domino tavla ile vakit öldürmekte.

Oyunun en civcivli yerinde kahveye nefes nefese bir çocuk giriyor,

-Niyazi emmi, Niyazi emmi, sizin eve hırsız girdi!

Niyazi emmi, "lâhavle" çekip zarları sallıyor,

-Kilitleyin kapıyı üstünden, acından gebersin teres!


Berber Aslan kısa boylu, çelimsiz, hafifçe kambur, sol eli çolak, asabi bir adam. Bir gün dükkânına uzun boylu, saç sakal birbirine karışmış, çirkin, gözleri kan çanağı, elleri kürek iriliğinde, kaşları bıyığından kalın bir köylü giriyor. Aslan müşteriye şöyle bir bakıyor, gözü hiç tutmuyor. Önlüğü kuşanırken laf olsun diye soruyor,

-Adına bağışlan mı hemşerim?

-Güzel, diyor adam, "benim adım Güzel"

Berber Aslan'ın cinleri tepesine çıkıyor; önlüğü sıyırıp yere çalıyor,

-Ulan bana Aslan diyenin, sana Güzel diyenin... Beni katil etmeden çık dışarı, başımı belâya sokma bari!..


Zara'nın Marangozlar Çarşısı'nda eski bir geleneğin hâlâ hüküm sürdüğü günler. İşler bittikten sonra esnaf bir dükkânda toplanıp çalgıyla, kebapla, müskiratla def-i gam eylemekte.

O gün sıra Söğütağıllı Cafer'in dükkânında lakin gammazın biri polise ihbarda bulununca âlemin ortasında zaptiya dükkâna dayanıyor, kapının gümbürtüsünü duyan Cafer Usta, "aman uşak suç aletlerini zula edin, sesinizi de çıkarmayın" deyip kapıyı açıyor, polis öfkeli,

-Nedir bu rezalet, gecenin bu saatinde bu kadar gürültü olur mu, şikayet var hakkınızda!

-İyi ama biz nöbetçiyiz memur bey!

-Nöbet mi, ne nöbeti?

-Nöbetçi hızarhaneyiz efendim!

-Nöbetçi hızarhane olur mu be adam, dalga mı geçiyorsun?

-Olmaz olur mu âmirim; nöbetçi eczane, polis, doktor varsa hızarcı da olacak; gecenin bir yarısında Çolağın Cemalla Dalaklıgilin Kemal dağdan kaçak tomruk getirirlerse gün ışıyana kadar koca tomruğu kim biçecek?

(*) Şener Çınar'ın "Çelik Yelekli Kuşlar"ı bugünlerde ikinci baskısını yapmak üzere. Kitap Say Yayınevi'nden çıkacak.