Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Tesâdüfün böylesine bilmem ne denir; geçen hafta "Bacanak durumu"ndan Topkapı Müzesi'ndeydim.

Saraya duhûliye ücretinin, miktar bakımından Anadolu'nun muhtelif bir bağrında sulak yerden arsa fiyatına tekabül etmesine aldırış etmeden, "Padişahımız Efendilerimiz"in hususi "Residance"larına biz de dâhil olduk. Nâm-ı hesabıma Kültür Bakanlığı'nın şahsımdan tahsil buyurduğu bilet parasını helâl ettim zira, öğle vaktini saray derûnundaki Sofa Camii'nde, Sarayburnu'na müteveccihen püfür püfür boğaz rüzgârı refakatinde edâ etmek, parayla ölçülür saadetlerden değildir.

Saadet deyince aklıma geldi, Hırka-i Saadet kısmının önündeki uzun ziyaretçi kuyruğuna giremedim çünkü güneş altında takriben bir saat ayakta dikilmeye cesaret edemedim; daha önce birkaç kere görmüştüm zaten. Sadece girişteki revakın gölgesinde soluklanarak Mukaddes Emanetleri ziyaret iştiyâkındaki insanları uzun uzun seyrettim ve bu esnada daha serin bir mevsimde, hatta ziyaretçilerin olmadığı bir tatil gününde hususi torpille sarayı enine boyuna gezmenin ne kadar tatlı bir fantezi olacağını hesapladım. Meğer ben böyle sinsî ve bir miktar VIP statüsünde hayaller kurarken elin oğlu çoktaan hayâllerimi tahakkuk ettirmiş bile...

O unutulmaz ve hiç unutulmaması gereken "411 el kaosa kalktı" manşetinin mucidi Hürriyet yazarının serin Mart günlerinde, "Uzun dönem arkadaş" kontenjanından ahbabı İlber Ortaylı'nın bilgi ve ilgisi tahtında Sarayın Hırka-i Saadet kısmını özel olarak ziyaret ettiğini gazetede görünce hemen takvime baktım; evet, Ramazan'a beş gün kalmıştı ve bir kısım medyamızın yavaş yavaş Ramazan havası almak için ağzını açıp kapaması mahya, iftar çadırı kabilinden bir Ramazan klasiği olarak beklenen bir şeydi. Mart'ta yapılan haberin buzluğa konulup Ramazan sıcaklarında servise verilmesi habercilik açısından kötü bir fikir olmakla beraber, esasen ortada haber diye bir şeyin olmadığını kabul edersek pek de zararlı bir şey değildir. Hürriyet'in sâdık okurları "Nefeslerini tutup, tarihte gizemli bir yolculuk" yapıyormuş gibi yapabilirler yani; mahzuru yoktur...

Bu noktada müsaade buyrulursa, günün mânâ ve önemine pek muvafık düşeceğini zannettiğim eski bir fıkrayı hatırlatmak isterim.

Hadisenin 1921 kışında, Sivas'ın doğu mıntıkasındaki Koçgiri İsyanı esnasında geçtiği rivâyet olunuyor. İsyanı bastıran Sakallı Nurettin Paşa'nın kılıcından kaçarken dağlara vurup, gecenin bir vakti tipiye yakalanan Alevî-Kürt bir hemşehrim, tam donmak üzere iken yakınlarda bir ev karaltısı farkederek son bir gayretle oraya yöneliyor. Muhtemelen köpeklerin ortalığı velveleye vermesinden dışarıda birinin olduğunu farkeden ev sahibi, yarı ölü halindeki yolcuyu hemen içeriye alıyor. Elini ayağını, gövdesini karla ovup, sıcak bir çorba içirdikten sonra ocağın kenarına yatırıyorlar ki biraz kendine gelsin, toparlansın.

Bu arada hatırlatmayı unuttum; ev sahibi Sünni bir hemşehrim oluyor.

Birkaç saat mışıl mışıl güzel bir uyku çeken kahramanımız, gözlerini açınca ev sahibini görüyor. Selâm-kelâmdan sonra Alevi-Kürt hemşehrim ev sahibine, "Bir güzel uyudum, bir güzel rüyalar gördüm ki sorma" diyor. Ev sahibi, "Ne gördün anlat bakalım" diyor: "Rüyamda diyor, cennetteydim!". Bir Alevi'nin tek başına cennete gidebileceğine pek aklı yatmayan ev sahibi, "Bize eğlence çıktı" fikriyle başlıyor alayla karışık sorguya: "Yaa, cennetteydin demek; kimleri gördün bakalım orada?"

"Oo" diyor, "Kimleri görmedim ki, bizimkiler hep ordaydı. En başta Hazreti Ali efendimiz; ondan sonra Hazreti Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz, Fatıma Validemiz..." "Ee, sonra sonra?" diyor ev sahibi. "Sonra" diyor, "İmam Cafer el Bakır, İmam Muhammed el Askeri... Hatta Alişan begimiz bile oradaydı!"

Sünni ev sahibi bu cevaba bozuluyor, "Yahu diyor, bizden (yani Sünnilerden) bir Allah'ın kulu kimse yok muydu koca cennette?"

Bizimki bıyık altından gülümsüyor ve biraz da gururla karışık bir küçümsemeyle şu cevabı veriyor:

-Hele hele hele... Ola orası qahvedir?

Şimdi bu fıkranın ne gereği vardı diyeceksiniz? Efendim siz o kadarını esasen tahmin edersiniz.