Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bundan tam on buçuk sene önce Türkiye Günlüğü Dergisi çevresinde yazan, düşünen, konuşan bir topluluk olarak, o günlerin en hararetli meselesini teşkil eden Güneydoğu hadiseleri hakkında bir rapor hazırlayarak daha geniş çevreden gelen akademisyen, bürokrat ve devlet adamlarının da katılacağı bir toplantıda raporu müzakere etmeyi ve sonuçları kamuoyuna açıklamayı gerekli görmüştük.

"Cedit Raporu", Türkiye Günlüğü Dergisi'nin Kızılay'daki bürosunda, çoğunlukla yazar kadrosundan oluşan bir topluluk tarafından sabahlara kadar süren ateşli müzakerelerde şekillendi. Kelimeler, fikirler, cümleler ve yaklaşım tarzları üzerinde saatlerce durulduktan sonra rapora "müzakere edilebilir" bir biçim kazandırılarak bilgisayar çıktısından fotokopi yoluya çoğaltıldı.

HADİSELERİN BELAGATİ; KELİMELERİN BELAGATİ

Sırtından plastik spiralle birbirine raptedilen o rapor bugün yine önümde. Rafta durmaktan plastiği sertleşmiş, sayfaları sararmış 20 sayfa. Sayfaları arasına iliştirilen yapışkan kağıtlardaki notlar, boş yerlere okla çıkılan alternatif ibâreler, tartışma esnasında dile getirilen tenkid ve düşüncelerin kaydedildiği sayfalarıyla kendi çapında bir tarih vesikası olmuş Cedit Raporu.

Başlığı aynen şöyle: "Güney-Doğu Meselesi, (Toplumsal Çözüme Doğru)". Tarih 27 Mayıs 1995, yer, Büyük Ankara Oteli. Alt başlığı ise daha iddialı bir muhteva taşıyor: "Birlik, barış ve hakkaniyet ilkeleri içinde gerçekçi bir çözüm için"

Toplantı saati yaklaştığında sokaktan çevirdiğimiz bir taksiye binerek alelacele otele gittiğimiz ânı hatırlıyorum.

Raporun son sayfasının arkasındaki boşluğa aldığım notlarda hangi müzakerecinin ne söylediği kısaca belirtilmiş. Bürokratlar raporun dilini yer yer cüretkâr bulmuşlar, eksiklikleri işaret etmişler. Bu sayfanın en üstüne müzakerecilerden Hüsnü Doğan'ın bir cümlesini eski yazıyla kaydetmişim: "Hadiselerin belâgati, kelimelerin belâgatinden üstündür" demiş Hüsnü Doğan.

Aradan geçen on seneden sonra hâlâ aynı şeyleri tartışıyor olmaktan hayıflanma neticesi çıkarmamak gerekir. Tarihi ve sosyal boyutuyla zamanın kendine mahsus bir âhengi var ve bu âhenk için on sene pek kısa, bir asır orta vâdeli bir zaman parçasıdır.

O gün kimlerin hangi tezi savunduğunu ve neticede nasıl bir karara varılmış olduğunu ayrıntısıyla hatırlamıyorum ama kütüphane rafında sararıp durduğu on seneden beri bizim raporun ne kadar eskiyip eskimediğini merak ettim. Bu yazı, eğrisiyle-doğrusuyla Cedit Raporu'nun temel tezlerini yeniden hatırlatmak gayesini taşıyor. Bir yerde, hadiselerin belâgati ile kelimelerin belâgati arasındaki üstünlük ilişkisine de yorum getirebiliriz belki.

20 sayfadan ibaret raporun takriben üçte ikisini oluşturan gerekçe faslı, aslında üzerinde yeniden konuşmak ve tartışmak bakımından zihin açıcı bir metin teşkil ediyor. Bu fasıldan uzun iktibaslarda bulunmak yerine raporun son ve en kritik bölümünü teşkil eden, "Çözüm Teklifinin Mantık ve Metodu" başlıklı kısmını, aradan geçen on seneden sonra yeniden okumak daha faydalı olabilir.

ÇÖZÜM TEKLİFİNİN MANTIK VE METODU

Aşağıda okuyacağınız metin, kamuoyuna duyurulmamış, sadece sınırlı sayıda katılımcının iştirakiyle gerçekleştirilen bir beyin fırtınası egzersizi olmak bakımından yeterli bulunmuştu. Dolayısı ile bu rapordan hareketle, "biz vaktiyle ikaz etmiştik" şeklinde bir iddiayı seslendirmek düşünülemez. Okuyucu bu metni, eski denizcilerin içinde seyahat ettikleri geminin hızını ve katettiği mesafeyi ölçmek için suya bırakılan bir "parakete" olarak değerlendirmelidir.

İşte o metin:

Bu anlayışa sahip olan bizler, Güneydoğu Meselesine yukarıda çizilen çerçevede yaklaşıyor ve muhtemel çözüm arayışlarında başvurulabilecek nirengi noktalar olarak şu hususların önemli olduğu konusunda mutabık bulunuyoruz.

I. Mantıkî temel : Nazarî esaslarını ortaya koymaya çalışacağımız çözüm teklifi, biri teorik diğeri pratik olmak üzere iki temel 'kriter'in ışığında değerlendirilmelidir: 'Doğru'luk ve 'geçerli'lik...

Tabiî ki, savunduğumuz çözüm yolunun öncelikle 'doğru'luğuna inanmamız gerekir; fakat 'doğru' olması yetmez, aynı zamanda 'geçerli' de olması lâzım; çünkü, siyasî-toplumsal pratiğe ilişkin bir 'teklif'in doğruluğu, biraz da 'geçerlilik' şartına bağlıdır.

Önümüzdeki meseleye ilişkin olarak akla ve vicdana uygun düşecek bir 'çözüm'ün doğruluk ve geçerlilik 'kriter'leri ise şu iki hususa tekâbül ediyor:

İlk olarak, Dünya yüzündeki diğer etnik ihtilâf, çatışma, çözülme veya çözüm yollarından kalkarak ileri sürülen tezlerin bizim problemimize fazlaca ışık tutacağı kanaatinde değiliz. Her toplumsal problemin ve her problematik alanın kendine has dinamiklerini ihmâl ederek 'doğru' çözüm üretilemez; olsa olsa çözüm örnekleri taklit veya ithâl edilmiş olur.

İkincisi; Teklif edilecek çözümün Türkiye ölçeğinde genel geçerlik niteliğini haiz olması gerekir. Başka bir ifadeyle hem TBMM'de, hem Kayseri'de, hem Diyarbakır meydanında ve hem de bu problemin önümüze konulduğu her yerde savunulabilir bir çözüm yolu bulma ihtiyacındayız: Bir başka ifadeyle problemin çözüm yeri ne Avrupa Parlamentosu'dur, ne de AGİK platformu! Dışarıda çözüm aramanın, içeride belâ aramak anlamına geldiği düşüncesindeyiz! Bu 'çözüm, gerektiğinde bütün dünyanın önünde başımızı dikerek savunabileceğimiz derecede hakkaniyet ve meşrûiyet vasıflarını haiz olmalıdır.

II. Çerçeve : Hiçbir genel çözüm teklifi, var olan bütün talepleri yahut özlemleri karşılayamaz; muhakkak bazılarını dışarıda bırakacaktır. Her genel çözüm, ister istemez, 'efradını câmi, ağyarını mâni' bir takım niteliklere sahip olacaktır.

Dolayısiyle bu metinde ortaya konulan ve 'doğru' luğuna inandığımız teklifler, Türk, Kürt, Laik, İslâmcı ve Milliyetçi unsurların bilinen bütün tercih ve taleplerini karşılamak gibi gerçekçi olmayan bir iddia ve niyet taşımıyor. Bunun yerine, gayet sarih bir fadeyle tüm bu kesimler içinde birlik, barış ve demokrasiden yana, hakkaniyet ve insaniyet ölçülerini gözeten kalıcı çözüm arayışlarının en büyük ortak paydalarını bulma hedefi benimsenmiştir. Bu yaklaşımı, zorakî bir te'vil ve sun'î bir te'lif gayretinden ziyade, belki "yozlaşmadan uzlaşmak" diye vasıflandırmak daha doğru olur.

Bu metni şekillendiren müteârife, üniter millî devlet çerçevesi içinde çoğulcu demokratik nizam ve bunun siyasî hukuku altında farklılıklara ve kısmîliklere müsaade etmek olarak özetlenebilir. Başka bir ifadeyle, bir yandan Cumhuriyet'in millî ve üniter devlet yapısını gözetirken, diğer yandan da 'vatandaş fertler'in kültürel kimliklerine ilişkin demokratik hak ve hürriyetlerini, kaldırılamayan ve zedelenemeyen bir dokunulmazlıkla mücehhez kılmak gerektiğine inanılmaktadır.

Çözüm: Yeni Bir Toplum Sözleşmesi

Türkiye'nin, bu günlerde sıkça ifade edilen ve özel bir maksada atfen kullanıldığı âşikâr "siyasi çözüm" teklifleri dışında daha geniş kapsamlı ve bu defa "devlet merkezli" değil, "millet ve toplum merkezli" bir "siyasî mutabakat" a varması şart haline gelmiştir. Bu mutabakat arayışı, devletin yeniden kurulması değil ama;

  • Yeniden yapılandırılması;

  • Prensip ve hedeflerin tesbitinde milletin taleplerinin nazarı itibare alınması;

  • Devlete ve rejime eksen teşkil edecek felsefenin yeniden değerlendirilmesi ve bu arada;

  • "Yerli değerlerin" demokratik hiyerarşi içindeki asıl mevkiine yerleştirilmesi, gibi temel noktaları ihtiva etmelidir.

Devletle millet ve sistemle vatandaş arasında yeni bir mutabakat akdedilmesinin zamanı gelmiştir.

Bu mutabakatın ilk adımı, bu ülkenin başta anayasa olmak üzere temel siyasî hukuk mevzuatını yeniden kaleme almakla atılabilir. Yeni ve demokratik bir anayasa, mevcut müesseselerin tamamen değiştirilmesinden ziyade, müesseseler, organlar ve 'aktör'ler arasındaki ilişkiler ile temel hak ve hürriyetler alanının yeniden tanzimini hedef almalıdır.

"Hakimiyet bilâ kayd-ü şart milletindir" ilkesi, milletin iradesini başkalaştırıcı ve son tahlilde engelleyici tampon kurumlardan arındırılarak, bu defa rejimin 'belkemiği'ne yerleştirilmelidir. Millî irade, 'devlet gemisi'nin omurgasını teşkil etmelidir.

Dinin gündelik siyasette bir figür olarak kullanılması, ancak milli iradenin doğrudan doğruya hakim mevkiine geçirilmesi ile hakikaten engellenmiş olacak, fakat buna mukabil rejim, milletin temel değerlerine karşı hasmane bir tavır almaktan kat'iyyen vazgeçecektir. Siyasi iklimimizi her mânâda zehirleyen din-devlet ilişkilerindeki sağlıksız tabloyu daha fazla görmemezlikden gelemeyiz.

Rejimin millî değerler ve evrensel standartlar doğrultusunda elden geçirilmesinin, bu ülkedeki çoğulcu demokrasinin selâmeti ve geleceği açısından kaçınılmaz derecede hayati bir adım teşkil ettiği kanaatindeyiz. Bu rejim ıslahatı, bir anlamda Türk demokrasisinin millet ve toplum zemininde karşılık bulması ve sıhhatli şartlar altında gelişebilmesini temin edecek tedbirlerin başında gelmektedir.

Bu meyanda "demokratikleşme" başlığı altında halen tartışılmakta olan reform taslağının, farklı bir açıdan devlet-millet ilişkilerinin sağlıksızlığını tesbit ve teslim eden bir 'itiraf'dan başka bir şey olmadığını düşünüyoruz. Ne var ki devletle millet arasındaki mesafenin varlığını tesbit ve teslim eden mevcut reform taslağının, netice itibariyle Batılı paradigmaları referans alan bir çözüme işaret ettiği de gözden kaçırılmamalıdır. Bu anlayış, demokratikleşme meselesini, Batılı güçlerin ve Batıcı çevrelerin uluslararası politika enstrümanı olarak kullandıkları 'ideolojik' bir insan hakları doktrinine endekslediği içindir ki, sadece eksik değil, bu yönüyle ele alınınca aynı zamanda yanlış bir yaklaşımı da temsil etmektedir.

Bu mentalite ile savunulan bir demokratikleşme paketinin, "devlet-millet beraberliği" gibi son derece hayatî bir değeri ihmal etmek, neticede Batının uluslararası politika hedefleriyle uyuşan bir insan hakları ıslahatından öteye gidememek gibi kritik bir zaafı bulunmaktadır. Halbuki biz demokratikleşme kavramından ve bu vadide alınacak tedbirlerden millet-devlet beraberliğini formüle etmek, millî iradeyi gerçekten ve fiilen hâkim ve âmil kılmak, milleti ve devleti aynı hedefe yöneltmek gibi faydalar bekleme hakkına sahibiz. Bu noktada anayasanın, devlet millet beraberliğinin, insan ve vatandaş hak ve hürriyetlerinin demokratik zeminini tanımlayan siyasî-hukukî bir metin hüviyeti taşımasından yanayız.

Siyasi ve demokratik tasavvurlarımızın hiçbir noktasında milleti ıslaha muhtaç, yönlendirilmeye ve güdülmeye müstehak, siyasi temyiz kudretinden mahrum bir varlık olarak görmediğimizi ehemmiyetle beyan etmek isteriz.

Bu tesbitler muvacehesinde;

1" Güneydoğu meselesini, bugün son derece hatâlı bir zihnî yaklaşımla bir "etnisite problemi", daha açık bir ifadeyle Kürtler ve Türkler arasında cereyan eden bir siyasî hak çekişmesi olarak ele almayı doğru bulmuyoruz. Tam aksine mesele, devlet ile bütün vatandaşları arasında artık sarahat kazanmaya başlayan soğukluk ve güvensizlik biçiminde tecelli etmektedir. Bu haliyle problem sadece Kürtleri değil, bütün Türk vatandaşlarını ilgilendiren bir mahiyet kazanmaktadır.

2- Bilhassa son ayların tartışmaları içinde dile getirilen "siyasi çözüm" arayışlarına üslûbu ve muhtevası bakımından tamamen muhalif olduğumuz bilinmelidir. Türkiye Cumhuriyeti içinde herhangi bir etnik ve yahut dinî, mezhebî unsura siyasî hukuk seviyesinde (başta anayasa olmak üzere ilgili diğer mevzuatta) farklılık izafe edilerek kolektif aidiyet veya imtiyaz alanı açmak anlamına gelebilecek herhangi bir formülasyonun dışında ve karşısındayız.

3- Problemin akl-ı selim çerçevesinde hallini kolaylaştıran ve mümkün kılan tabiî bir avantaja sahip bulunuşumuz gözden kaçırılmamalıdır: Bütün provokasyon ortamına ve maalesef artık mutad hale gelmiş olan "kan kaybına" rağmen millet zemininde etnik ayırımcılığa ve karşılıklı nefrete dayanan bir düşmanlık gösterisine rastlanmamaktadır. Evlâtları dağlarda vuruşan iki unsurun Türkiye'nin her yerinde bir arada hâlâ dostluk, akrabalık ve komşuluk ilişkilerini sürdürmekte gösterdiği basiret ve olgunluk, sadece toplumsal barışın sigortası ve erdemli bir hayat felsefesine işaret etmekle kalmıyor, aynı zamanda nihaî çözümün önünü açacak hayatî bir avantaj da teşkil ediyor.

Osmanlı'dan miras 'emperyal terbiye' ve birarada yaşama ahlâkı, Türkiye'deki toplumsal barış ve huzurun hâlâ en büyük enerji kaynağı olarak varlığını, hayatiyetini ve ehemmiyetini sürdürmektedir. Bu noktanın fevkalade ciddiye alınması gerekir; zira, bir arada yaşama ahlâkının, toplumsal bir değer olarak el'an varlığı ve canlılığını koruyor olması, etnik temele indirgenmeye çalışılan problemin, bu yönü itibariyle sun'îliğine işaret etmektedir.

4- 'Problem'in toplumsal alanda çözümü için izlenmesi gereken yolun 'çetrefil' bir tarafı yoktur. Sivil-toplumsal gündemimizin en âcil meselelerinden biri 'resmî ideoloji ve siyaset'in yanlış adımlarını engellemeye çalışmaktır. Sivil-toplumsal alanımızı mümkün olabilecek en yoğun diyalog çabalarıyla doldurarak bunu sağlamaya çalışabiliriz. Resmî ideoloji ve siyaset'in millî birlik ve bütünlüğümüzü gerçekten tehlikeye atan müdahaleleri asgarîye indirildikten sonra sivil-toplumsal alanın toparlanarak kendi çoğulcu bütünlüğünü yeniden 'inşa' etmesi daha da kolay olacaktır. Her şeyden evvel, tarihî-dinî eksende uzun asırlar müddetince oluşmuş ve bu gün de varlığını her şeye rağmen devam ettirmekte olan kültürel entegrasyonun daha yoğun biçimde 'toplumsallaşma'sını sağlayacak iletişim vasatını bütün anlamları ile güçlendirmek gerekiyor.

Güneydoğu meselesinin çözümü "imkansız" veya "mümkün" değil, fiilen "mevcut"tur. Sürtüşme, giderek kendi zeminini bile temsil etme kabiliyeti tartışılır hale gelen devlet seçkinleri ve resmi ideoloji ile, Kürtleri ne derece temsil ettiği çok su götürür "Kürt elitleri" arasında cereyan eder hale gelmiştir.

Millet, çok şükür ki, kahir ekseriyetiyle fiilen ve hâlen kavganın dışındadır.

5- Halihazırda devam etmekte olan sıcak çatışmayı ve meseleyi Askeri kuvvet kullanarak halletme arzusunu prensip itibariyle desteklemiyoruz. Lakin devlete silâh çekilmiş olmasını da hiçbir şekilde anlayışla karşılamamız beklenmemelidir. Siyasî sonuçlar doğuracak bir "ateşkes"i değil, devlete silâh çekenlerin evvelemirde bundan vazgeçmeleri gerektiğini doğru buluyoruz.

6- Güneydoğu'da yaşayan halkın, toplumsal çözümün tabiî ve vazgeçilmez unsurlarından biri sıfatiyle birlik, barış ve demokrasiye katkısını sağlamak için, öncelikle terör ve antidemokratik baskıların çifte saldırısına maruz kalmış irade hürriyetine yeniden kavuşturulması lâzımdır.

7- Güneydoğu'nun iktisadî geri kalmışlığı tarihi ve coğrafi şartlara bağlı olarak ortaya çıkan bir toplumsal yapı meselesidir. Devlet-Millet arasındaki kopukluk da bilhassa uzun savaş yılları ve Tek-Parti'li dönem boyunca bu problemin büyümesine yardım etmiştir. Son yıllarda GAP çerçevesinde gerçekleştirilen büyük yatırımların bölge halkının refahını geliştirecek iktisadî ve toplumsal kalkınma projeleri ile desteklenmesi, GAP'ın beşeri zeminde benimsenmesini sağlayacaktır. Bu gelişme, devlet-millet yakınlaşması ve toplumsal entegrasyona güç katacaktır. Bu gün yaşanan işsizlik ve gelir dağılımındaki adaletsizliklerin de şehirleşen ve kalkınan Güney-Doğuda problem olmaktan çıkacağı ümit edilebilir.

Bu fikrî zemin çerçevesinde ve tatbikatını terörün biteceği zamana ertelememek üzere;

a-. Herhangi bir 'adres' göstermeksizin -Türk, Kürt, Alevî, Sünnî diye belirtmeden- bütün etnik ve yahut kültürel farklılıklara ferdiyet planında meşruluk tanınması gerektiği kanaatindeyiz. 'Resmî dil'in Türkçe olduğunu ifade eden 'Madde'ye, isteyen herkesin istediği mahallî lisanda, hususî statüde eğitim-öğretim, araştırma, geliştirme ve sergileme müessesesi kurup işletebileceği; radyo ve televizyon neşriyatında bulunabileceği; kitap, dergi ve gazete yayımlayabileceği ibâresi eklenmek suretiyle bu haklar Anayasa çerçevesinde teminat altına alınmalıdır.

b-İnsanların çocuklarına istedikleri ismi koymalarına aslâ müdahale edilmemeli, mahallî dillerde açılacak okullardan mezun olan herkes, resmî dilde yapılacak yazılı ve yahut sözlü imtihanları kazanmak kayıt ve şartı ile Türkçe özel okul mezunları ile aynı hukukî hak ve statüye sahip olmalıdır.

c- Etnik, kültürel, mezhebî ve yahut dinî telâkkilere dayalı olarak memleket dahilindeki unsurlar arasında kin, nefret, husumet ve şiddeti alenen dâvet, tahrik ve teşvik etmeğe; ülkenin toprak ve hükümranlık haklarını hedef alan fiilî isyanları arkalamaya, yani siyasi şiddet kullanmaya azmettirmeye yönelik propaganda mahiyeti taşıyan sarih beyanlar hariç, her nevî fikir ve mütalâanın ifadesine serbestiyet verilmelidir.

ç- İktisadî ve ticarî faaliyet sahasında isteyen istediği dilde isim, ünvan, rûmuz ve markayı resmen benimseyebilmeli, yafta ve etiket kullanabilmeli ancak umuma açık hizmet ve faaliyet sahalarında herhangi bir surette ırk, dil, din, mezhep, fikir ve görüş ayrılığına dayalı istihdam, tanıtım ve reklam anlayışına meydan verilmemelidir.

d- Özellikle askeri okullara öğrenci kabulü ve eğitim süreci esnasında öğrencilerin dini eğilimleri bir soruşturma ve tard sebebi olmaktan çıkarılmalı, inanç ve ibadet hürriyetinin devletin her katında anayasa teminatı altında olduğu bilfiil gösterilmelidir.

e- Tekke, zâviye ve cem evlerinin resmen açılmasına hukukî imkân ve zemin sağlanmalıdır

f- Nihayet bütün bu değişiklikler yoluyla elde edilecek ferdî hak ve hürriyetlerin sıkıyönetim ve olağanüstü hal rejimleri gibi istisnaî durumlarda dahi korunmasını mümkün kılacak bir düzenlemeye gidilmelidir.

g- Farklı kültürlerin birarada yaşama hakkına saygı göstermekle birlikte, etnisiteye dayalı kollektif kimlik inşa etme gayretlerinin, eninde sonunda ancak laikçi bir ırkçılık hareketine dönüşeceği endişesini derinden hissediyoruz. Neticede en büyük kötülüğü kendi dayandığı unsura karşı yapan bütün ırkçılıklar gibi, Kürt ırkçılığının da en başta ve en fazla Kürtlere zarar vereceğine inanıyoruz. Kürt ırkçılığı kadar Türk ırkçılığını teşvik ve tahrik etmenin de Türkiye'ye aynı derecede zarar verdiğine inanıyor ve genetik 'kompleks'lerin her türlüsünü müslüman vicdanımız ve millî irfanımızla reddediyoruz.

Başta anayasa olmak üzere hukukî ve idarî mevzuatın yukarıdaki çerçevede tadil ve yeniden tanzimi suretiyle ferdî hak ve hürriyetler alanının etnik-kültürel seviyeden dinî, mezhebî ve felsefî anlamlarına kadar bir hayli genişleyeceği açıktır. Sadece 'cumhuriyet' kavramının evrensel mantığı ile sınırlandırılabilen ve fakat 'demokratik dokunulmazlıklar'ın garantisi altına alınmış 'ferdiyet' sahasının bu vüs'ati sayesinde siyasî hayatımız, ülke çapındaki sosyal, ekonomik ve kültürel hak ve taleplerin daha kolay ve müessir biçimde yansıyacağı ortak kamu alanı haline pekâlâ gelebilir.

Farklılıkların, yok sayılmak yerine ferdî hak ve hürriyetler küresinin tabiî ve ayrılmaz bir parçası olarak görülüp korunması, toplumsal çoğulculuğa olduğu kadar, barış içinde birlikte yaşama konusundaki hür iradenin güçlenmesine de hizmet edecektir.

Türkiye, bu çizgiye gelmeyi, suret-i kat'iyede bir 'geri çekilme' gibi telâkki etmemelidir. 'Doğru', yani hakkaniyet ve insaniyete uygun olan da 'geçerli', yani kabil-i tatbik olan 'proje' de budur. Stratejik yönü ile bakılınca da bu 'çizgi', doğru yer seçimi ve 'ebedî müdafaa hattı' olarak anlaşılmalıdır. Bundan gerisi ise bizim nokta-i nazarımızdan 'harim-i ismet hattı' olarak telâkki edilmelidir.

Netice

Cumhuriyet rejiminin vatandaşına karşı 'bulanık' nazarlarla bakışından ileri gelen sosyal problemler, bugün Türkiye'nin önüne, 'siyasî çözüm'den gayri alternatifi kalmamış bir hesap pusulası olarak dayatılmaktadır. 19. Asırda Osmanlı devletini tâciz eden "Şark Meselesi", öyle görünüyor ki 20. Asırda da sadece üslûp ve isim değişikliği ile bir "Kürt Meselesi" şekline bürünmüştür.

Bu topraklarda yaşıyan insanların, âdeta kültürel ve felsefî tabiatı haline gelmiş iki hususiyetinden bahsedilebilir: İlki, imparatorluk umuru görmüş olmanın getirdiği bir olgunluk ve terbiye; ikincisi, 'devlet'in birlikte yaşama formu olarak kazandırdığı tecrübe...'Emperyal terbiye' ve devlet tecrübesi. Emperyal terbiye, farklı toplumların yan yana barış içinde yaşama alışkanlıklarını; devlet tecrübesi ise problemlerini şiddete başvurmadan, ihkak-ı hakka girişmeden devletin hakemliğine müracaat etmesini ifade ediyor.

Türkiye'de Güney-Doğu meselesi bir etnik problem, etnik toplumun ayrılıkçı hareketi olarak tezahür etmemiştir. Doğulusu, Batılısıyla insanı çileden çıkartan kan gölüne rağmen Türkiye'de insanlar, Kürtler ve Türkler diye ikiye ayrılmamışsa ve onca provokasyona rağmen bir arada yaşamak arzusundan vazgeçmemişse ortada bir etnik problem yoktur. Ayrılık halka inmemiştir.

Problemin en ciddî boyutu, devlet adına hareket ederken millete yabancılaşmış bürokratik seçkinlerle etnik kökeni adına bir takım talepler ileri sürerken devlete karşı hasmane tutum takınmış aydınların basiretsizliğinden kaynaklanmaktadır.

Türkiye'nin bir kısım siyasî ve bürokratik kademelerinde mevzilenen resmî görüş, halkla devletin arasındaki mesafeyi gittikçe arttırmaktadır. Hâlbuki, devlet halkından gereksiz yere korkmaktadır. Devlet hangi etnik kökenden gelirse gelsin halkından korkmaktan vaz geçmelidir. Yasakçı değil hürriyetçi açılımlar, halkın hem kendi içinde ve hem de devletle olan kaynaşmasını arttıracaktır. Çözüm, evrensel standartlarda demokratik bir hukukun yerleşmesi kadar, kırık dökük de olsa 50 yıldır devam eden 'tecrübe'nin ışığında 'demokrasi' anlayışımızın çoğulcu ve 'yerli değerler'le donatılmasına da bağlıdır.

Herşeye rağmen, anayasanın özlenen şekliyle devlet ve millet arasındaki yaşatıcı âhengi ve ileri bir kişi hürriyetleri hukukunu tesis etmek üzere yeniden kaleme alınıp yürürlüğe girdiği vakit bile problemin sadece 'şekil şartları'nın aşılmış olacağı bilinmelidir. İtiraf etmelidir ki zihnî engeller, anayasal engellerden daha katı bir mukavemet unsurudur. Onun içindir ki, esas ve kalıcı çözüm, 'barış içinde bir arada yaşama iradesi'nin olanca samimiyet ve kararlılıkla tek tek fertlerden toplum ve devlet katına kadar uzanan bütün bir toplumsal ve politik alanda hayata geçirilmesi suretiyle elde edilecektir.

Vatanımızda yıllardan beri devam eden bu 'iç kanama'yı, birlik, barış ve hakkaniyet esasları içerisinde halledecek bir çözüm teklifi, inanıyoruz ki, kalkınmış, müreffeh, demokratik ve büyük Türkiye'yi 21. Asrın dünyasında maddî ve manevî kültürün; bilgi, enformasyon ve iletişimin; barış ve kardeşliğin öncüsü yapacak 'medeniyet projesi'nin de taslağını oluşturacaktır. Bu 'taslağı' hazırlayacak kabiliyet, bilgi, tecrübe, enerji ve cesaretin bu toplum ve millette var olduğuna da yürekten inanıyoruz.

"PARAKETE"Yİ SUDAN ÇIKARMAK

Aradan on sene geçtikten sonra yukarda takdim edilen "tesbit ve teklifler" ne anlam taşıyor? Dikkatle incelendiğinde görülecektir ki Türkiye, "demokratikleşme" paketleri içinde bu çözüm tekliflerinin mühimce bir kısmını kuvveden fiile geçirmek esnekliğini gösterebildi. Raporun müzakeresi esnasında bazı tartışmacılara "bu kadarı da fazla" dedirtecek bazı teklifler, bugün birer kanun maddesi olarak yürürlükte bulunuyor ama benim kanaatimce raporun gövdesi ve ruhu, yani devletle milleti sükûnet içinde aynı istikamette geleceğe tevcih edecek içtimai mukavelenin ortaya konulması meselesinde yeterince mesafe alınmadığı da âşikârdır. Esefle belirtmek lâzım ki Türkiye, rejimin demokratikleşmesi yolundaki kararlılığını, iç dinamiklerinden ziyade, "AB nezdinde kabul edilebilir ülke" görüntüsüne erişmek için seferber etti. Bu niyet farklılığının, bizatihi demokratikleşme hamlelerinin kendisi kadar ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum zira, muhtemel veya muhayyel bir AB üyeliği için iç mevzuatımızı gözden geçirirken yaptığımız iyileşmeler, esasen sâdık bir niyetin mahsûlü haline gelemiyorlar. Bu niyet karmaşası, bütün reform tarihimiz boyunca maalesef tekerrür edip durmuştur.

Netice itibariyle aradan geçen on sene, yeni değerlendirmelerde bulunmayı da gerekli kılıyor. On sene önceki manzara hayli değişti; en azından gerek Güneydoğu'da, gerek Ortadoğu mıntıkasında ABD'nin, on yıl öncesine göre daha tayin edici ve etkileyici bir unsur olarak yer almış olması gözden kaçırılamaz. Son iki yıl içinde uzaktan patlatılan mayınlı eylemlerle yeniden varlığını hissettirmeye başlayan PKK ise, Kuzey Irak'ta adım adım serpilip büyüyen devlet benzeri bir oluşumun gölgesinde kalmaya ve "belki de- siyaset denkleminden çıkmaya başladı. Diğer yandan ABD ve sair işgalci güçlerin Irak'tan asker çekme hazırlıklarına başlamasıyla birlikte Türkiye'nin Ortadoğu'nun en sancılı bölgelerinde jandarmalık göreviyle tavzif edildiğine dair spekolüsyonlar da giderek yoğunlaşmaktadır.

Dış etkenler elbette daima önemlidir; gözden ve hesaptan uzak tutulamaz ama içerde zaafiyet halinin devamına seyirci kalmak, meselenin hallini imkânsız derecesinde müşkilâta uğratacaktır.Ev ödemizin mühim kısmı, hâlâ dokunulmayı bekliyor!

Ev ödemizin mühim kısmı, hâlâ dokunulmayı bekliyor!