Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bir Hollywood yıldızı, bizim yerli dizilerden birinin erkek karakterini rol icabı öpmüş ve galiba o dizi, gazetenin bağlı bulunduğu yayın kuruluşunun televizyonunda yayınlanmakta imiş.

Çoktandır bizim seyirci "dizi" ile hayatı fena halde birbirine karıştırmaya başladı zaten. Zâhiren anlaşıldı ki bu bir reklâm, moda tabirle "tanıtım" kampanyasıdır. Lâkin insaf, "öpen ve öpülen" ne kadar şöhretli olursa olsun bu kumaştan çıkacak elbise miktarı mahduttur. Elbette biraz da gazetenin haber tarzına, dünyaya bakışına bağlı bir keyfiyet. Böyle haberleri fevkalade önemli bulan bir okuyucu kitlesi de zamanla "yetiştirildi" ama böyle kıytırık bir magazinden, neredeyse bir ay süreyle her gün üzerinde durulmaya lâyık bir fenomen çıkar mı? Nitekim gazetenin okuyucuları bile isyan ve protesto mektupları göndermeye başlamışlar.

"Elalemin gazetesinden sana ne; istedikleri gibi habercilik yaparlar" diyeceksiniz, haklısınız ama bende sanki bu tür habercilikte ısrar edilmesi, yeni bir âlet icat eden birilerinin, "bakalım iyi çalışıyor mu" diye bir deneme üretimi yapıyormuş hissini uyandırdı da...

Mümkündür, belki de hassasiyet ile paranoya arasındaki ince bölmeyi karıştırmaya başlamışımdır...

Hatırlarsınız, bir ay kadar önce Türkiye'yi sarsan, gündemi sallayan, pek çok aklı başında laikçi vatanseverlerde bile, "Türkiye İran'a mı dönüyor; çağdaş hayat standartlarından geriye mi düşüyoruz" korkusu uyandıran bir "içki yasağı" kampanyası vardı. Sokaktan, kaldırımdan, sade vatandaş gözüyle bakıldığında böyle bir meselenin varlığı hissedilmiyordu ve bu sütunlarda "gelen içiyor, giden içiyor" başlığıyla bu şaşkınlığımı sizlerle paylaşmıştım. Sonra bazı belediyelerin bir İçişleri genelgesine dayanarak şehirlerde "kırmızı çizgili" bölgeler oluşturmaya kalkıştığı haberleri yayıldı. Ardından Antalya gibi mukaddes bir turizm mâbedinde bile kırmızı bölge uygulaması yapılacağı dedikodusu patladı.

Yok daha nelerdi yahu?

Şimdi o tür haberlere pek rastlamıyoruz; ne oldu, genelge iptâl mi edildi; yoksa muhafazakâr belediyeler, "azı karar, çoğu zarar bu meretin" fehvâsıyla içkiye bakış açılarını revizyona mı tâbi tuttular?

Ne o ne öteki; değişen bir şey yok aslında!

Bugünlerde bir başka türlü haber mühendisliği ile karşı karşıyayız zannındayım (paranoya kötü iptilâ; hânelerden ırak!). Mesele şu: Bizimkiler, bir Amerikalı albayı don-gömlek soyup, Süleymaniye'deki hadisenin rövanşını aldılar mı almadılar mı?

Almamış iseler pek içerleyeceğiz ve bir an evvel buna benzer bir intikam fırsatı yakalamak için hudutlarda gözümüzü dört açacağız; Amerikalı albayı hakikaten çağdaş bakımsız tarzan kostümsüzlüğü ile cezalandırmış isek eskilerin tâbiri ile şâd ü handân olacağız, yüreğimiz soğuyacak; ele güne karşı, "bize yanlış yapanı affetmeyiz" diyerek hep bir ağızdan "Deniz üstünde gezeriz / Düşmanı arar buluruz / Öcümüz komaz alırız / Bize Hayreddinli derler" diye başlayan o eski levend türküsünü söyleyeceğiz.

Bu arada bazılarımız da, haberlere bakıp "âlet fena değil ama şu kısmını biraz daha takviye etmek lâzım, falanca aksâmı ise fevkalâde randımanlı çalışıyor; hâcet olduğunda yeniden kullanabiliriz" diye haber fizibilitesi etüdü yapıyorlar mı diye pimpiriklenmelerdeyim.

Büyük ihtimâlle vehimlerimin aslı-astarı yoktur ve paranoyak şüphelerimin asıl sebebi "densizlik" değil "yersizlik"ten, pardon haber kıtlığından kaynaklanmaktadır!

Bizde öyle şey olmaz; necib Türk matbuatı, "manipulativ" haber şablonlarını, laboratuvar şartlarında test etmeden insanlar üzerinde uygulamaya kalkışmaz; zaten onun zaferlerle süslü tarihinde bu kabil kötü örneklere rastlamak da gayrıkabildir.

Öyleyse uslu olalım; haberi haber gibi okumaya devam edip, "bu haberi yayınlamakla acaba kimler, hangi taşları kımıldatmayı murat etmiş olabilirler?" diye gazete keyfini berbad etmeyelim.

Zaten topu topu kaç gazete satılıyor ki şu ülkede?