Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Osmanlı hanedanının siyasi hükümranlık hakları (yani saltanat) ve dolayısıyla Osmanlı devleti, 1 Kasım 1922 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından çıkarılan 308 numaralı genel kurul kararı ile ortadan kaldırıldı; bu kararnamenin resmî adı, “Osmanlı İmparatorluğu’nun münkariz olduğuna dair kararname” şeklindeydi. Zikredilen tarihte İstanbul işgal altındaydı ve Türkiye’de kâğıt üzerinde iki hükûmet görünüyordu. Bu kararname çift başlı hükûmet görüntüsüne son verdiği gibi saltanat idaresini de ortadan kaldırdı. Kararname üzerine Osmanlı hükûmeti istifa etti, resmî gazete (Takvim-i Vekayi) kapatıldı, Babıali’deki başbakanlık büroları terk edildi ve son padişah Mehmet Vahidettin, bu karardan sadece iki hafta sonra 17 Kasım sabahı bir İngiliz zırhlısı ile İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı.

Türkiye’nin yönetim biçimini ve buna bağlı olarak siyasi kültür dairesini bir hamlede değiştirmesi görünüşü itibariyle işte böyle kolay ve zahmetsiz oldu; hatta TBMM aynı kararla, Anayasa hukuku tekniği bakımından hayli garip ve işletilmesi imkânsız bir görüş ileri sürerek Saltanatın zaten 16 Mart 1920 tarihinde fiilen ortadan kalkmış sayılması gerektiğini ileri sürdü.

1 Kasım 1922, muzaffer TBMM ordularının İzmir’e girdikten sonra kuzeye yönelerek Çanakkale Boğazı civarında İngiliz askerî güçleriyle karşı karşıya geldiği bir tarihi ifade ediyor. İstanbul, fiilen TBMM askerî güçlerinin baskısı altında bulunuyordu ve Ankara’daki TBMM hükûmetinin diplomatik prestiji en üst seviyede idi. İstanbul’un TBMM ordularına tamamen terk edilmesi için bir yıl daha beklenmesi gerekecektir; İstanbul’daki İngiliz işgali artık asgari sınırlara indirilmiş ve şeklî bir mahiyete bürünmüştü. Öyle ki, Millî Mücadele aleyhine yazıları ile tepki uyandıran Gazeteci Ali Kemal Bey’in, TBMM idaresine bağlı sivil polislerce Beyoğlu’nda traş olduğu berber dükkanından alınarak Adapazarı’na götürülüp linç edilmesi hadisesi aynı zaman kesiti içinde vukubulmuştu; basın tarihimizde kara bir leke teşkil eden bu hadise 6 Ekim 1922 tarihlidir.

TBMM, SALTANATI VE HİLAFETİ DE MANEVİ ŞAHSİYETİNDE BARINDIRIYOR ZATEN!

Bu uzun girizgâhın sebebi şudur: Saltanatın kaldırılması ve yerine Ankara’da TBMM idaresinin kabul ettiği Teşkilat-ı Esasiye’ye dayalı bir ‘halk hükûmeti’nin (Yani Cumhuriyet) geçirilmesi hiçbir kamuoyu tepkisi ile karşılanmadı. O tarih itibariyle Osmanlı tebâsı niteliğini taşıyan insanlar, değişimi sessizce kabullendiler; aynı sessiz ve zımnî kabul, 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet’in resmen ilânında, 3 Mart 1924’de Hilafet makamı kaldırıldığında da tekrarlandı. Cumhuriyet idaresinin ilânına dair bazı tepkiler, toplumsal muhteva taşımıyordu ve o tarihlerde Mustafa Kemal Paşa’nın yakın çevresinde bulunan yakın mesai ve silah arkadaşları, Cumhuriyet’in ilan ediliş tarzına yönelik bazı sitemler dile getirmekle yetinmişlerdi; buna rağmen 15 Nisan 1923’de meşhur Hıyânet-i Vataniye Kanunu’na konulan bir ek madde ile Saltanatın lağvına dair kararnameye karşı sözle ve basın yoluyla muhalefet etmek vatan hainliği kapsamına alınmış ve idamla cezalandırılacağı duyurulmuştu. Bu kanun, önceleri cepheden kaçan askerleri caydırmak için çıkarılmış iken daha sonra kapsamı keyfice genişletilerek siyasi veya toplumsal muhalefetin bastırılması için de işletilmiştir.

Bu önemli değişiklikler esnasında bir ayrıntıya dikkat çekmeden geçmek olmaz. Saltanata son veren TBMM Kararı’nda şöyle bir cümle bulunmaktadır: “Binaenaleyh; o zamandan beri eski Osmanlı İmparatorluğu tarihe intikal edip yerine yeni ve Millî bir Türkiye Devleti yine o zamandan beri padişahlık merfû olup yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi kaim olmuştur.” Bu cümle, saltanat ve hükümranlık haklarının TBMM’ye geçtiğini açıkça ifade ediyor; nitekim 308 sayılı heyet-i umumiye kararının son cümlesinde bu espri bir kez daha tekrar ediliyor: “Türkiye Devleti, makam-ı hilâfetin istinatgâhıdır.” Nitekim Hilâfeti kaldıran Meclis kararında da hilâfet görevinin esasen TBMM’nin manevi şahsında mündemiç bulunduğuna dair bir pasaj eklenmesi lüzumlu görünmüştü. Böylece Türkiye, son derece önemli bir siyasi hukuk ve kültür değişikliğine giderken, kurumların ve toplumun tarihî sürekliliği fikrine de atıfta bulunulmuş olunmaktaydı.

TARİHÎ HATIRALARA SAYGI DUYMAK, CUMHURİYETİ ÖZÜMSEMEK

Bundan on gün kadar önce Osmanlı Hanedanı’nın yaşayan fertleri içinde ‘Hanedan reisi’ sıfatını taşıyan Osman Ertuğrul Efendi, Hakk’ın rahmetine kavuşarak vasiyeti üzerine Sultanahmet Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Çemberlitaş’taki II. Mahmud türbesine defnedildi. İstanbullular, doğru dürüst adını, hayatını, hayat hikâyesini bile bilmedikleri bir şahsın cenaze töreninde bulunmak için Sultanahmet Camii’ni ve avlusunu doldurup son görevlerini vakar ve olgunlukla yerine getirdiler. Taşkınlığa, cerbezeli gösterilerde bulunmaya, ‘fırsat bu fırsattır’ yaklaşımıyla siyasi mesaj vermeye tenezzül göstermeden, ancak bir tarih yadigârına gösterilebilecek vefa duygusu ile hareket ettiler. Törene hükûmet ve devlet erkânı da hayli önemli sayılabilecek bir kadro ile katıldı. Kâbe örtüsüne sarıldıktan sonra üzerine Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağı çekilmiş tabutu cami avlusunda seyrederken ben de saltanattan cumhuriyet idaresine, TBMM’nin 1922’de tercih ettiği ifadeyle ‘Halk Hükûmeti’ne geçmiş olmanın toplum nezdinde niçin mesele hâline getirilmediğini biraz olsun anladığımı düşündüm:

1-Halkın Osman Ertuğrul Efendi’nin cenazesine karşılıksız ve samimi bir iştirakle katılmış olması, hiç şüphe yoktur ki, o insanların saltanat hülyası içinde meşruti bir monarşinin özlemini çeken insanlar olduğu şeklinde yorumlanamaz. Halk hükûmeti anlayışı içinde toplumun, serbest seçimler aracılığı ile kendi idarecilerini seçtiği Cumhuri anlayış, Türk toplumu tarafından sahiplenilmiş ve benimsenmiş bulunuyor. Kaldı ki gelişmiş ülkeler içinde ‘meşruti monarşi’ usulüne saygı gösterdikleri hâlde pekâlâ yüksek demokratik standartlara erişebilen İngiltere, İspanya gibi ülkeler de mevcuttur. Hayır, Türkler monarşi ile 1922’de vedalaştılar ama Osmanlı Monarşisi’ne ve onun mensuplarına karşı herhangi bir nefret beslemiyorlar; tam aksine sevgi ve saygı duyuyorlar. Cenazedeki anlamlı kalabalık bu hissin dışa vurulmuş hâliydi.

2-Türkler, Halk Hükûmeti, yahi Cumhuriyet’ten memnundur; onunla dâvâlı değildir. İdarecilerini bizzat seçebilme hakkına sahip çıkmaktadır ve bu hakkı kimseye devretmeye niyetli değildir. Türkler, seçilmiş ve tayinle gelmiş yöneticilerinden, tek kelimeyle ve en geniş mânâsıyla ‘iyi yönetim’ bekliyorlar: Başta adâlet, sonra huzur ve âsâyiş, hemen ardından refah ve sair haklar... Bu beklentilerin ideolojik mânâda karşılığı ve uzantısı yoktur. Türkiye şartlarında muhafazakâr düşünce yapısına sahip insanların çalıştıkları Avrupa ülkelerinde sosyal demokrat, solcu, çevreci ve liberal partileri rahatlıkla desteklemeleri çok önemli bir ayrıntıdır. Tek kelimeyle ve en geniş mânâsıyla iyi yönetimi getireceğine halkı ikna eden her partinin, Türkiye’de tek başına seçim kazanma şansı çok yüksektir; buna mukabil yıllardan beri hemen her günümüz, yüksek dozda ideolojik ambalajlara sarılmış kelimelerle birbirimizi hırpalayarak geçiyor; bu bir çelişki olabilir mi? Zannetmiyorum. Türkiye’de siyasi mücadelenin ideolojik kavramlar aracılığı ile yürütülmesi, iktidar katlarında mafsalları kireçlenecek kadar uzun zamandan beri kımıldamadan oturan zümrelerin hedef şaşırtma kurnazlığından doğuyor ve kısa vadede işe yaradığı görülünce, ideolojik kavramlar üzerinden siyasi mücadele sürdürmek, en ucuz siyaset tarzı hâline geliyor.

DEMOKRATİK AÇILIM PAKETİ BİR EŞİKTİR

Bir ‘devlet projesi’ olarak demokratik açılım paketi, işte böyle bir ortamda Türkiye’nin son derece önemli bir psikolojik eşiği aşmasına yardımcı olacaktır ümidindeyim. Benim ‘demokratikleşme’den beklentim, ‘iyi idare’ denilince, yönetici zümrenin işin gereğini eveleyip gevelemeden insani ve hukuki bir endişe ile yerine getirmeleridir; bunun büyük bir ‘aklîleşme’ hamlesi olduğunu düşünüyorum ve bu psikolojik eşiği hep birlikte omuzlayabilirsek, Türkiye’nin çok kısa zamanda insanların kimliğini ve pasaportunu taşımaktan zevk duyacakları bir ülke hâline geleceğini hayâl ediyorum.

O kadar uzak değil; o hedef parmaklarımızın ucunda.