Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bir kitapsever için TÜYAP, horozun kırk yıl göğüs geçirip de bir türlü kavuşamadığı bir darı ambarına benziyor. Kitap yayıncılığının en büyük panayırına bir şekilde gelebilenler, oradan mutlu ama kırık bir kalple ayrılıyorlar. Mâlum: TÜYAP, İstanbul’a bile çok uzak, çok kalabalık ve çok büyük. Bütün standları lâyıkıyla gezmek imkânsız; bu yüzden bütün İstanbulluların yakasını desteleyen acelecilik illeti TÜYAP’ta da kol geziyor. İşte yarım saatten kısacık fuar turunda tadını çıkararak gezebildiğim tek stand, Türk Tarih Kurumu’na aitti. Çoğunu edinmiştim zaten, iki kitap alabildim. İçlerinden biri, benim için hazine kadar makbule geçti. Bayram günlerinde bu kitapla hemhâl oldum.

TEK TAŞ PIRLANTA YÜZÜK GİBİ ESER

Sene 1949… Profesör Râsih Güven, akrabası Rahmi Erkul’dan bir yazma kitap temin ediyor. Rahmi Erkul, Burdur’un Yeşilova ilçesine bağlı Büyükyaka köyünde yaşamaktadır. Akrabası Prof. Güven’e verdiği kitap, bugüne kadar ikinci bir nüshası daha bulunamayan, Osmanlı kaynaklarında ise hiç kullanılmamış çok değerli bir eserdir, bir tek taş pırlanta yüzük âdetâ: “Gazavât-ı Sultan Murad bin Mehemmed Han”. El yazması hemen o yıl, Halil İnalcık tarafından Ankara Üniversitesi DTCF dergisinde tarih dünyasına tanıtılıyor; ardından metnin tamamı 1978 ve 1989 yılında iki kere TTK tarafından yayımlanıyor. Benim aldığım nüsha 89 baskısı idi; muhtemelen birkaç bin basılmış bu eşsiz eserin yirmi seneden beri hâlâ satışta bulunması nasıl bir mukadderâttır, onu siz takdir ediniz.

500 YILLIK; AMA PIRIL PIRIL BİR TÜRKÇE

Son yıllarda, orijinal diliyle yayımlanan klasik Osmanlı ve Selçuklu tarihlerine merak düşürdüm, gözden geçirdiğim onca kaynak arasında işbu Gazavatnâme kadar tatlı dilli, güler yüzlü, kolay ve akıcı bir okunaklılığa sahip bir kitaba rastlamadım dersem mübalağa değildir. Bu kitaptan seçilecek uygun bölümlerin, lisanına dokunulmaksızın, sâdeleştirilmeden olduğu gibi edebiyat ve tarih kitaplarına alınmış olmasını dilerdim; eski Türkçe’nin ne kadar tatlı, sehil ve akıcı bir dil olduğunu öğrencilerimiz de görüp âşık olsunlar diye.

İşte günümüzden beş asır öncesinin Türkçesi’nden küçük bir nümûne:

“ŞİMDİ OL BİZİM SAKALIMIZI SIYDI...”

“Amma bu iş yine bizim yanımıza kalmaz. Zira biz uyur ecderin kuyruğuna basdık, işte göresiz ki, yarın evvel bahâr oldukda Türk, bu Belgrad’ı bizim başımıza dar edüb ve kızlarımuz ve oğullarumuzu alub bizim yaramız üzere yaralar ursa gerekdir. Heman erkenden bunun tedarikini görmek gerekdir ki, zira bu Türk evvel bizden biraz bezerdi, ammâ şimdi ol bizim sakalımızı sıydı, aslâ bizi hesaba almaz, heman her ne idecek iseniz edin” (s. 29-30)

Gazavatnâmeler, kazanılan zaferlerden sonra kaleme alınan bir nev savaş hikâyeleriydi. Bu gelenek bizde Siyer ve Megazi gibi örneklerle başlıyor ve ilk defa XV. asırda örneklerine rastlanıyor. Son Osmanlı gazavatnâmesi ise ‘daha dün’ diyebileceğimiz 1897 Osmanlı-Yunan Harbi’ne dairdir.

BENİMLE SALTANAT DÂVASIN EDERMİŞ OL KARAMÂNÎ...

Yazarı ve ismi bilinmeyen bu gazavatnâme, Osmanlılar’ın en zor dönemlerinden birini anlatıyor: 1443 ve 44 yıllarında Osmanlı toprakları, tam orta yerinden Marmara Denizi ve boğazlarla ikiye ayrılmış durumdadır. İlk başkent Bursa ile son payitaht Edirne arasındaki ulaşım Gelibolu üzerinden sağlanabilmekte ama ortada henüz Osmanlı donanmasından eser görünmemektedir. Sultan Murad, askerini boğazdan geçirmek için, Bizans denetimine pek aldırış etmeyen Cenevizli gemicilere adam başına bir altın vermek zorunda kalır. Anadolu tarafında Osmanlı’yı rahat bırakmayan Karamanoğulları, sair zamanlarda Osmanlı’yla iyi geçinmeye bakmakta, fırsat düştüğünde iştahla Bizans, Papalık ve Venedik’le gizli ve açık işbirliğine girerek Anadolu’daki Osmanlı varlığını tehdit etmektedir. Orta ve Doğu Anadolu’da ise Akkoyunlu hükümdarlığı ve küçük beylikler, birer tehdid unsurudur. Rumeli’de durum daha karışıktır. 1439’da Bizans kilisesinin fiilî şefi durumundaki İmparator, diplomasi gereği Roma Papalığına katıldığını ilan ederek parçalanmış Hristiyan dünyasının yeniden birleşmesine zemin hazırlayacaktır. Tarihimize Haçlı koalisyonu diye geçen bu ortaklık, Balkanlarda Osmanlı varlığı üzerine büyük bir baskı kurmaktadır. Tam orta yerdeki Sultan Murad, bir tarafta Karaman beyliğinin yarı itaatkâr, yarı isyancı güvenilmezliğiyle, öte yandan Haçlı ordusu ile cedelleşirken hükümranlığı altındaki topraklarda asayişi sağlamaya çalışmaktadır. 1444’te vukubulan Varna Savaşı, bu bakımdan bir ölüm-dirim harbidir.

Haçlı koalisyonuna karşı harbi Sultan Murad kazanır. Kimliğini bilmediğimiz meçhul yazar, hadiseden sonra Gazavatnâmeyi kaleme alır ve bu eserin tek nüshası her nasılsa kaybolmayıp 1949’da gün yüzüne çıkar…

Mucize gibi bir şeydir bu ve kim bilir daha bunun gibi gün yüzüne çıkmadan kaybolup gitmiş kaç eserimiz vardı diye düşünüyor insan…

OSMANLILAR ANADOLU’YU NİÇİN SONRADAN FETHETTİ?

Yukarıda özetlemeye çalıştığım siyasi ve jeopolitik durum, Fatih’in babası Murad Hân’ın ne derece büyük sıkıntıların üstesinden gelmek zorunda olduğunu hatırlattı bana. Tam ortasında Bizans’ın ve boğazlarıyla Marmara gibi büyük bir denizin ikiye böldüğü coğrafyada, tıpkı bugünleri andırır tarzda ‘İç ve dış düşman tehdidi’ altında siyasi hükümranlığı devam ettirmek sadece basiret değil, bundan daha ziyade enerji, emek, planlama ve cesaretle aşılabilecek bir meydan okumaydı. Osmanlıların, fevkalade bir dirayetle bunalımı aştıkları fark ediliyor. İmparatorluk nizamının gerçek kurucusu olarak ünlenen II. Mehmed’e (Fatih) hak ettiği yeri elbette vermeliyiz ama babası Murad Hân’ın Varna’da kaybetmesi hâlinde devletin kısa zamanda nasıl dağılıvereceğini tahmin etmek hiç zor değildir. Babasının ölümünden sonra da Karamanoğlu ile uğraşmak zorunda kalmış olsa da II. Mehmed’e Fatih unvanını kazandıran başarı, aslında ancak Varna gibi bir kader düellosunun kazanılmış olmasına bağlıydı.

Bu sıkıntılı tabloyla ilgili metinleri okurken dikkatimi hep Karamanoğlu Beyliği çekiyor. Karamanoğulları, o tarihlerde Osmanoğulları’nın alternatifi veya ezelî rakibi durumundaydı; iki beylik arasında dinî, mezhebî ve ideolojik farklılık yoktur; tebaaları da tamamen birbirine benzer. Tek fark, iki hanedanın siyasetinden ibarettir. Defalarca Osmanlı’yı güç durumda yakalayarak Bizans veya Papalık’la işbirliği yapan Karamanlılar, neticede II. Mehmed tarafından çok sert şekilde cezalandırılarak tarihten silindilerse de, Karamanlılar kadar Türkmen ve Sünni özellikler taşıyan Akkoyunlular’ın siyasi rekabeti onu takib etmekte gecikmedi. Osmanlılar, batıdan gelen tehdit kadar kendilerine benzer unsurlarla da uzun zaman uğraşmak zorunda kaldılar. XIV. yüzyıl sonundaki Timur âfeti bunlardan en belâlı olanıydı. Soy ve inanç itibariyle iyi geçinmeleri gereken iki hükümdarın çatışması Fetret devriyle sonuçlandıysa da Osmanlılar şaşırtıcı bir direnç göstererek yeniden toparlanıp Balkanlar’da büyük enerji gösterdiler. Fatih II. Mehmed’in Otlukbeli zaferinden sonra bölgeden çekilen Akkoyunlular, aradan yarım asır geçmeden torunu II. Selim’in Çaldıran’la nihayetlenen doğu seferi, esasında ‘dâhili’ bir karakter gösterir ve Anadolu’nun konsolidasyonu ile ilişkilendirilmelidir.

Anadolu’nun Osmanlılaşması, Rumeli’nin fethinden daha güç, daha ıstıraplı olmuştu. Niçin? Bunun cevabını nasib olursa gelecek hafta birlikte arayalım.

Ve unutmayalım, tarihten konuşmak, yarından bahsetmektir.