Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

İlim adamının ağırlığı, evvela şahsiyetinden ve vakarından, sonra ilminden menkul olmalı. Bizde ilim adamının ehemmiyeti, unvanın önüne getirilen idari vazifelerle ölçülüyor.

Abant İzzet Baysal Üniversitesi rektörünün Başbakan'ı protesto tavrı, kendisi tarafından her ne kadar "ilmi vakar" çerçevesine taşınmak istendiyse de o tesiri uyandırmadı. Benzer tavırları 28 Şubat sürecinden ama daha kanatıcı bir hâtıra olarak 27 Mayıs arifesindeki günlerden de hatırlıyoruz. Üniversite, devletin üniversitesi; öğretim üyesi ise neticede maaşını genel bütçeden ayrılmış tahsisattan alan bir kamu görevlisi. Bizde üniversitenin siyasetçilere kafa tutabileceği yolundaki hatalı intibâ en evvel, rektörlerin seçilmesini tayin eden sakat uygulamadan kaynaklanıyor. Bu düzenlemenin üniversitelerde iç huzursuzluklara, dargınlıklara, kamplaşmalara sebep olduğu açık ama matah bir şeymiş gibi halen yürürlükte. Seçim usulünü pek demokratik buluyorsanız, öğretim üyelerinin tercihine saygı duyacaksınız; öğretim üyelerinin kendilerine yönetici seçmekteki kabiliyetini sadece rektörlüğe altı aday göstermekten ibaret kılarsanız -ki fiiliyatta aynen böyledir-, neticede toplum aklının en akademik nişanesi sayılan insanları güvenilmez buluyorsunuz demektir bu. Bazı üniversite yöneticilerini ülkenin başbakanına karşı -en azından misafirperverlik hukukunda- nezaketsizliğe sürükleyen deruni sebep, kendisini fiilen YÖK'ün ve Cumhurbaşkanı'nın seçtiğini bilmesinden kaynaklanıyor. Aynı rektör, Cumhurbaşkanı'na veya YÖK başkanına karşı aynı protesto tavrını gösterebilir mi; muhal ihtimâl!

İşin doğrusu üniversitelerin hakikaten özerk hale getirilmesidir ama bu doğrunun iki büyük mahzuru var: Evvelâ devlet, kendi denetimi dışında bir hür vicdan alanı yaratacak hakikaten özerk bir üniversite fikrine sıcak bakamıyor. Kaldı ki özerklik denilen şey, pratikte üniversite bütçesinin özerkliği fikrinden ayrılamaz; devlet de haklı olarak bütçesinden finanse ettiği üniversiteye ancak şeklen özerklik bahşeder; fiilen değil. İkinci mahzur, bizde akademik personel dediğimiz insan tipinin epistemik duruşuyla ve mesleki etik meselelerine nasıl baktığıyla yakından ilgilidir. Bu cümle ile neyi kasdettiğimi bir örnekle izah etmek isterim; bugüne kadar halen yürürlükte olan rektör seçimiyle ilgili düzenlemeyi, üniversite mensubu olmanın sorumluluk ve vakarıyla bağdaşmaz bularak seçimlerde oy kullanmayı reddeden bir üniversitenin haberini okumamış isek, bu genel tavrın bir mânâsı var demektir ve bu mânâ akademik camiayı -en azından genel çizgileriyle- tarif eden bir muhteva taşır.

Hayır, üniversite mensuplarının başbakana, itâ âmirlerine gösterilmesi mutad bir resmi saygı anlayışı ile itaat etmeleri gerektiğini savunmuyorum. Mesleki ahlâk icabına göre temel meselesi "hakikati arayan" adamlar olmak iktiza eden öğretim üyelerinin elbette eleştiri hakları vardır ve esasen akademik görevlerde bulunanlar, bu imtiyazları ile sair devlet memurlarından ayrılırlar; lâkin bir hakkı kullanmak, dünyanın her yerinde incelikli bir üslûp meselesidir. Eleştirirken düşmanlık izharına hakkınız yoktur; eleştiri meselesini ideolojik çerçevelere taşırıp konuyu esasından saptırmak da doğru değildir. Öyle eleştirirsiniz ki, eleştiriye uğrayan bile size saygı duymakta devam eder; böyle bir üslûp nasıl öğrenilir, nerede kazanılır?

Bizde akademik hayatın en mühim eksikliği, akademik geleneklerdir ve akademik gelenek, "hoca"nın çanta taşımasından oturup kalkmasına kadar uzanabilen ama en ziyade hakikat karşısındaki tavrında tecelli eden bir üslûp birikimi demektir. Üslûpsuzluk ise jileti avuçlayarak tıraş olmaya benzer; elinizi kestiğinize mi yanarsınız, yüzünüzün pamuk tarlasına döndüğüne mi; sizin bileceğiniz iştir ve şekil A'da görünen manzara da bundan ibarettir.