Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bir ilim adamının siyasete heveslenmesi, bana hep epistemik bir zaaf gibi görünmüştür; bu hükmün doğruluğunu iddia ediyor değilim, duygularımı seslendiriyorum; üstelik bu düşüncemi, siyasetin son derece soylu ve yüksek zihin kapasitesi gerektiren bir meşgale olduğunu bile bile böyle söylüyorum. İlim kulvarı, kendi dünyası içinde son derece tatminkâr hedefler vaadeden bir iklim. İlim hakikatperesttir; bildiklerimizle hakikati kucaklayamayız, onu zaptedip kağıt üzerinde donduramayız. Hakikatin değişken olduğunu ileri sürüyor değilim fakat son kertede ilmin tabiatında "mutlak"a erişemezlik var. Batı dünyasının ilim anlayışı, mutlakın kavranabileceği noktasından yola çıkar; mutlakın kavranmasını sadece bir metot, mesai, ekipman ve bütçe meselesi olarak görürler; onun içindir ki Batılı bilgi, bugünkü bilinenler ışığında yanlışlanamayan bilgiyi mutlak kabul ederek o bilgiyi veya bilgiler bütününü (paradigma) bir rafineri gibi işletip randıman almaya bakar ve kendi dünyasını o paradigmaya göre biçimlendirir (bu yaklaşımın Batı'da son derece ciddi tenkidler aldığını da belirtelim). Şark dünyası "mutlak"a mutlak olarak bakar ve ondaki nihai nüfuz edilemezliği "apriori: tecrübe öncesi" bilir. Dünya, bilginin yönettiği bir nesne değildir; dünyayı üst değerler yönetir. Üretilen bilgi ise, ezeli ve ebedî hikmetin yeni sûretler altında yeniden tecellîsidir. Bu bakımdan bizim dünyamızda ilim, sonsuz tecellî imkânları sunması ve insanı her an yeni şe'niyetlerle yüz yüze getirip, "Efendimiz"in duası üzre insanda "hayreti artırması" cihetiyle manevi lezzetleri tükenmez, son derece tatminkâr ve başka hayatlara imrenti uyandırmaması gereken bir câzibe taşıyor.

Veya taşımalıydı! "İlmî birikimimi siyasetin emrine vereceğim; basiretimi millet hayrına tasarruf edeceğim" bahanelerini geçerli saymıyorum. Türk siyasetinde ilim adamları ta başından beri vitrin zenginleştirmek veya yapılan saçmalıklara meşruiyet kazandırmak için kullanılmıştır. Bu hükmü iknâ edici bulmayanlar 30'lu yıllardaki üniversite reformunun ince ayrıntılarını okuyabilir, o da yetmezse Orhan Erkanlı'nın 27 Mayıs Darbesi'ni anlattığı "Anılar, Sorunlar, Sorumlular" isimli kitabını inceleyebilirler. Karşılaşılan temel mesele şudur ve burada başlangıç cümlesini tekrara mecburum: bizde ilim adamlarının siyasetle nisbeti genellikle epistemik bir zaaf şeklinde tecelli etmiştir. İlim adamımız, "ilmin en yüksek rütbe olduğu" hikmetine bir türlü inanmamış, inanamamıştır; bu inançsızlıktan dolayıdır ki mesleğini icrâ ederken tatminsizlik hissetmiş ve gözü sair kulvarlara takılı kalmıştır; işi, mesleği (hatta hayat tarzı demeliydik) ve meşgalesi hakkında dürüst, derin ve kaliteli bir felsefî sepkülasyona girişmeyi belki de hiç hâtırına getirmediği için ilimde biriktirdiğini siyasette harcamaya teşne bir hâlet"i rûhiye geliştirmiştir. Yekûn hattı çekelim: İlim adamının siyasete meylinden siyaset kazançlı çıkmıyor, ilim âlemi kayba uğruyor. İtirazımın başlıca sebebi bu.

Biz, esasen kıt ama çok değerli insan kaynaklarımızı sırf siyaset yapanlar arasında aklıbaşında, basiret ve akl"ı selim sahibi insanlar bulunsun gerekçesiyle siyasete hediye ediyor ve bundan gizli bir zafer hissesi çıkarıyoruz. Aklıbaşında, basiret ve akl"ı selim sahibi insanların siyasette çoğalmasını sağlamak için ilim dünyasından takviyede (veya feragatta) bulunmak bizim için lükstür; esasen siyasetle uğraşanlarda bu gibi vasıflar asgari şart cinsinden bulunmalıdır; eğer bu vasıflara sahip insanları bir araya getiremiyorsak, bu açığın telafi yeri, ilim âlemimizin zaten kıt sayıdaki güzideleri olmamalıdır. İlim dünyasından siyasete geçişi işte bu gerekçelerde ziyan olarak değerlendiriyorum.

Bizim ilim dünyamız eğer "ilim" üssünde sâbit ve ısrarlı bir heyet teşkil edebilseydi bu vakarlı duruş, siyaseti, ilim adamlarının bizzat siyasete atılmasından çok daha derin ve müsbet istikamette etkileyebilirdi; böyle bir celâdet gösterilemedi. Vakar, celâdet, hamâset ama en kâmil tâbir "istiğnâ makamı"dır burada. Siyaseti küçümsemek mânâsında değil, siyasetin ilim âlemine göre daha az heyecanlı, mânevî tatmini daha kıt bir dünya olduğunu belirtmek için kelime arıyorum. Uğradığımız derin siyasi buhranlarda ilim dünyası niçin hep güç odaklarına gereğinden fazla yakın durmayı tercih etti; birikimini genellikle yapılan her yanlışa meşruluk fetvası yakıştırmak için kullandı; ilmin, siyasetten tamamen ayrı bir değerler silsilesi ile yol aldığını hatırlamadı ve böylece bizde, sadece siyasete değil hakikati arama ve onu terennüm etme otoritesini zedeleyecek her türlü tesire karşı dayanıklı, muteber ve hürmete lâyık bir ilim geleneği tesis olunamadı.

Eğer mümkün olsaydı Türk üniversitelerinde bir anket yaptırır ve her akademisyene "Epistemoloji nedir; epistemik kanaatinizi nasıl izah ederseniz?" suallerini sorardım; bu anketin değerlendirmesi, belki ayrıntılarını şu anda tasavvur edemediğim bir felsefî boşluğun bütün arazlarını gösterebilirdi.

Farklı partilerde siyasete atılan iki ilim adamı var aklımda; felsefeyi de epistemolojiyi de beni senelerce okutacak kertede çok iyi bilen iki ilim adamı. Daha şimdiden gözüne bakanlık koltuğu kestiren deprem mütehassıslarını saded harici sayıyorum ama o iki ilim adamının siyasete meyli beni üzdü. Saray kuyumcularına banyo kazanı kaynattırma lüksümüz yok bizim; mühendise hendek kazdırmak, kimyagere inşaat harcı kardırmak, ressama badana yaptırmak gibi bir şey bu. Kaynakçılar doğru dürüst kaynak yapamıyor, ameleler hendek kazmakta acz gösteriyorsa çaresi bu işi sanatkârların bizzat üstlenmesi değildir. Generaller takım komutanlığını bilirler ama bizzat yapmazlar. Her işin ehlini yetiştirmek, her işte ehil olanı istihdam etmek gerek. Bu iki ilim adamımızın siyasette kaplayacakları yer iki sandalyedir ve şüphesiz kendilerinden daha az bilgili ama vasıfları siyasete daha uygun iki adam tarafından bu iki sandalye kolaylıkla ikame edilebilir ama ilim sahasında boşalttıkları yer doldurulabilir cinsten değildir; bunu en iyi kendileri bilirler.

Onlar için devlet başkanlığı mevkiini bile az bulurum; onların asıl hükümranlığı, kütüphanedeki masasında kitapları, dosyaları, makaleleri, tercümeleri arasındadır; onların bordro ile bağlı bulundukları üniversiteleri de aşan bir zihnî saltanatları vardır; talebe yetiştirirler, tez yönetirler, öğrencilerine sadece derste anlattıkları ile değil koridorda yürümeleriyle, çay bardağını tutmaları ve hatta öfkeleriyle bile yol gösterirler ve onlar emeklerinin karşılığını almayı daima gelecek zamanlara ertelerler.

Belki de haksızlık ediyor, belki yanlış düşünüyorum; mümkün. İşte bu gerekçelerle ben, onların göğsünde parti rozeti yerine sıradan bir kurşunkalem görmeyi tercih ederim. Sürç"i lisân ettimse affetsinler.