Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bir kısım yüksek ve merkezî bürokrasi mensubunun, yılın belirli günlerinde kürsüye çıkarak, devlet terbiyesi iktizasınca dâvete icâbet etmiş hükümet erkânı ve politikacıların gözünün içine baka baka, "aklınızı başına alınız; devletin çivisi çıktı, sorumsuzca davranarak kötü gidişata hizmet ediyorsunuz" mealinde fırça çekmesi çok rahatlatıcı, şahsi tatmin hissi uyandırıcı bir rol olmalı.

Bu rolün ifâsını mümkün kılan psikolojik mekanizmayı şerh edelim: "Bize göre hava hoş, biz ikaz etmekle mükellefiz, siyasi iktidar ise ikazlarımızı ciddiye almakla görevli. Hazır ele geçirmişken bir güzel te'dib edelim. İlerde bir aksilik çıkarsa biz söylemiştik deriz!"

Bu mantık tarzı normal şartlar altında sanki isabetliymiş gibi görünüyor; isabetsiz tarafı, merkezî bürokrasinin, kendini eleştiri hudutları dışına koyarak "mâsum, sorumsuz ve dokunulmaz" addetmesidir. Yüksek bürokrasinin daima mâsum, sorumsuz ve dokunulmaz kaldığı halde siyasi iktidarların nedense hep gafil, beceriksiz ve art niyetli olduğu bir kamu nizamı, teorik açıdan mümkün değildir; buna benzer zıt ve net karakterler ancak eski Yeşilçam filmlerinde rastlanabilecek naiflik nümûneleridir; esasen bu gibi paylama konuşmalarının seçilmişlerle atanmışlar arasındaki örtülü iktidar kavgasından kaynaklandığını hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla belirli aralıklarla her sene beş altı kere tekrar edilen "nasıl da ağızlarının payını verdik ama; gık bile çıkaramadılar" nutukları, gitgide tesirini kaybetmekte ve birbirinin tekrarı olmaktan başka orijinallik taşımayan gösterilere dönüştüğü için anlamsızlaşmaktadır.

Yüksek bürokratlar vasıtasıyla yürütülen örtülü muhalefetin toplum nazarında nasıl karşılandığını daha önce izah etmiştik; bu gibi paylama seanslarının her birinden siyasî erkân, halk nazarındaki desteğini artırarak çıkıyor ve üstelik puan kazanmak için başkaca bir şey yapmasına gerek kalmıyor. Yüksek bürokrasi sertleştikçe, siyasiler mağdur gibi görünüyor ve hakikatte mağdur olup olmamalarının anlamı da kalmıyor. Yüksek bürokratların bu mekanizmayı farketmemiş olmaları düşünülemez ama onlar, günün birinde kapısına gidip oy isteyecekleri o kitleye hitab etmediklerini biliyorlar zaten: Yüksek bürokratların da kendince bir seçmen kitlesi var ve bu kitle, genellikle o salonu dolduran kişilerden meydana geliyor: Bürokratik dayanışma, siyaset yoluyla bir yerlere tırmanmaktan daha pratik ve güvenilir bir iktidar iklimidir.

İşte bu noktada hangi sözcünün ne söylediği, hatta tenkidlerinde isabet payı olup olmadığı anlamdan muaftır; bu gibi azarlama seanslarında önemli olan kelimeler değil vurgulardır, fikirlerden ziyade jest ve mimiklerdir, bakışlardır ve salonu dolduran "seçmen kitlesi"nden yükselen alkışların yüksekliği, bakışlardaki parlaklığın derecesidir.

Bir nevi bürokratik âyin yani.

"Hükümetin yediği zılgıttan ahaliye ne; onlar niçin kendilerini azarlanmış gibi hissederek inadına siyasetçilere verdikleri desteği artırıyorlar" sorusunun cevabı yakın tarihimizde mündemiçtir. Bu desteği hak etmek için siyasi iktidarların dağları devirmeleri, yatırım projelerini hayata geçirmek için gece gündüz didinmeleri gerekmiyor; yüksek bürokratlar tarafından tehdit yollu paylanmaları kâfidir. Böylece müstakbel seçimlerde siyasi iktidarların gerçek performansları değil, yüksek bürokrasi tarafından ne kadar mağdur edildiği gibi irrasyonel hislenişler sandığa yansıyor.

Bence her iki taraf da durumdan şikâyetçi değil; siyasiler de bürokratlar da neticede kendi seçmen kitlelerine yarayışlı mesajlar veriyor ve salondan kârlı, müsterih ve galibiyet psikolojisiyle ayrılıyorlar.