Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

İtiraf ediyorum, yaklaşık altı aydan beri ben de bir dizi film seyrediyorum; daha önce seyrettiğim de olmuştu fakat entelektüel muhitlerde bu "banal" zaafımın duyulmaması için kendimce lazım gelen tedbirleri almıştım. Dizi, perşembe akşamı bittiğine göre artık açıklayabilirim: Başladığından beri "İkinci Bahar"ın tek bölümünü bile sektirmeden oturup bir güzel seyrettim. Tamam, kısa pantolonla gezdiğim zamanlardan beri bir Türkan Şoray hayranıyımdır (ümid ederim ki Türkan "Hanım" bu kronolojik atıftan dolayı gücenmez; kabul ediyorum o hala genç ama benim şimdiki halimi gören okuyucularım, üst köşede gördüğünüz fotoğrafı değiştirmem için mütemadiyen tatlı-sert haberler uçurup duruyorlar; resimdekinden daha yaşlıymışım!). Şener Şen'e gelince siyah-beyaz Yeşilçam yılları da dahil Türk sinemasının çıkardığı tek Oscarlı sanatkarımız (evet, henüz almadı ama ben her yıl ona gönlümden bir Oscar veriyorum). Böyle bir ikili yanyana geldiğinde o dizi elbette başlıbaşına bir cazibe sıkleti meydana getirir; ne var ki "İkinci Bahar", iki büyük sanatkarın oyun gücüne yaslanarak kör-topal seyreden dizilerden değil; oyuncuların neredeyse istisnasız tamamı kusursuz oynuyorlar. İsmen zikredemediğim için bağışlasınlar, dizinin senaryosu da aynı sıfatla anılmaya layık. Müzikler derseniz gönül titreten cinsinden; mesela ben bugüne kadar cümbüşü dinlemeğe layık bulmaz, hatta küçümserdim; fakat ustasının elinde Hicaz'dan Hüzzam'a doğru firkat aranağmeleri ile seyrederken cümbüşü bile fark ettim ve sevdim. Dramatik aksiyonun en can alıcı yerlerinde devreye giren tambur taksimlerini unutmuyorum. "Eşkıya"dan beri böyle başarılı bir film müziği dikkatimi çekmemişti.

İkinci Bahar'da tabancalı, mafyalı, yüksek sosyeteli, hepsi birbirine benzeyen manken kızlarla doldurulmuş Hollywood adaptasyonu beylik klişeler yok; bacak kadar türkücülerin sırtına yıkılmış eğreti gerilimler de namevcut: Bu dizide hepsini şöyle veya böyle tanıdığımız, tanımasak bile bir yerlerde var olduğunu, yaşadığını bildiğimiz sahici insanlar var: Ali Haydar Usta'nınkine benzeyen kaç kebapçı dükkanına girip çıkmışız, mahallemizde kaç "Hanım" dramına şahit olmuşuz, günde kaç kere Samatya'daki tabii platoya benzeyen mekanları yarıp geçmişiz hatırlar mısınız? Hain kebapçı Vakkas'ın kaç müteradifi gündelik hayatımızda farklı meslek gömleği ve farklı çehrelerle bizi gizliden gizliye tedirgin edip durmakta, Vakkas'ın biricik oğlu "çemiş" Medetlerden kaçı şu anda Türkiye'nin dört bucağında zoraki evliliklerin hicranıyla gündüz gözü mal-i hülyaları görmektedir?

Dizide romantizmin zaman zaman "bu kadarı da olmaz canım" dedirtecek kertede ayyuka çıkarıldığına bakmayın; biz asıl öyle sahnelerde, hayattaki tek oyumuzun tamamını "aşk"a vermiyor muyuz? Ali Haydar'ın seyyar merdivene çıkıp da sokağın ortasına gerilen pankartı meşaleyle tutuştururken sarhoş kafayla "İndim havuz başına" türküsünü mırıldanmasını, seyredenlerin kaçı sakil karşıladı dersiniz; eminim ki o anda Ali Haydar değil "Meşhur mezeci Hanım feşmekan kebapçısında" pankartını, bütün Samatya'yı tutuştursa yine de affetmeyecek miydik?

Bu dizide yevmi ufunetleri sağaltan, insanın yüreğindeki şövalyeyi, aşığı, beyaz atlıyı, fedaiyi ve kahramanı irkilterek hayatın orta yerine çağıran güzel motifler var; rüşvetçi belediye zabıtası Şecaattin, yırtıcı bir çakalla iflah olmaz bir romantik uçlarında mütemadiyen gidip geldiği halde niçin son kertede zihnimizin damağında "insan" lezzeti bırakabilmektedir? Sen tut yıllarca MFÖ gibi Türkiye'nin en kaliteli müzik grubunda müzisyen Özkan olarak tanın da, içindeki Şecaattin'i, Türk sinemasında benzerine az rastlanır oyunculuk performansını saklamayı bil; moda tabiriyle "inanılır gibi değil" yahu! Yeri gelmişken "yiğit"in hakkını ketm etmeyelim: Ali Haydar Usta'nın müstakbel eşi, belalı müstecir "Cihanyandı Neriman" Hanım'ın kusursuz oyunculuk gücü önünde saygıyla eğilmek gerek; tevekkeli değil, neredeyse bütün Türkiye kemal-i afiyetle nefret ediyor bugünlerde Neriman Hanım'dan!

Dizide "Alamerikan" unsurlar da yok değil; liseyi bitireli neredeyse otuz sene oldu; ama bizim sıradan devlet liselerinde gençler sahiden ucuz Hollywood replikleri ile mi konuşuyorlar şüpheliyim; keza liseli gençliğin ne zamandan beri birahanelerde "yıkılmacasına" bira içme müsabakasına tutuştuklarını da bilmiyorum. Hata aramıyorum; dizinin yazarı herhalde benden daha iyi gözlemiştir bu vakıayı. "Dört dörtlük" iltifatını İkinci Bahar'dan esirgeyip de hangi dizinin yakasına takacağız bre?

Vallahi helal olsun; bu dizi benim Türkiye'ye beslediğim imanı artırdı. Değil mi ki ülkemin bir köşesinde omuz omuza verip de böyle güzellikleri inşa etmesini bilen sanatkarlar hala yaşamaktadır, bugüne ve yarına ümitvar bakabilmek için en azından bir sebebimiz var demektir. Emeği geçen herkese; set işçisinden Ali Haydar Usta'ya, "ulaşım görevlileri"nden "görüntü yönetmeni" kameramana, kütük üstünde satırla etin nasıl kıyılacağını tarif eden sanat danışmanlarından, o müthiş jeneriği tasarlayan grafikerlere kadar herkese benden helal olsun.

Ben Ali Kırca'nın yerinde olsan, bir "Siyaset Meydanı" da İkinci Bahar için kurardım; rating'se rating birader!