Resmi bayramların yeni çehreye ihtiyacı var mı?

Milli maçlarda gösterdiğimiz dayanışmayı bir milli bayramda tekrar edemiyorsak, işin tertipleniş safhasında bazı aksaklıkların bulunduğu âşikârdır. Ne yapsak, Bulgaristan"dan yeni "bayram düzenleme uzmanı" mı çağırtsak nedir?

Meselenin "Avrupa Birliği"ne giriş için gerekli olan uyum kanunları"yla veya "Cumhuriyet"in temel kazanımlarından geri adım atmak"la bir bir alâkası yok: 19 Mayıs kutlamaları dolayısıyla başlayan tartışmanın bir şekilde hayırhah ve sâlim sonuçlara ulaşabilmesi gerek.

Bütün talebelik hayatım boyunca 19 Mayıs Bayramı"na ne seyirci ne de jimnastik grubu içinde gösterici olarak katılmadım. Bu isteksizlikte sene sonuna yaklaşılmış olması sebebiyle daha çok ders çalışmak arzusu da vardı ve günaşırı bir tempoyla tekrarlanan "19 Mayısçılar spor salonuna, çalışma yapılacak" anonsundan kurtulmak da işime geliyordu; ve galiba bunca jimnastik çalışmasından kurtulabilmemi, biraz da atletik bir vücuda sahip olmayışıma borçluydum.

Geçen hafta sabah kahvaltısı esnasında televizyondan 19 Mayıs kutlamalarına bir kere daha göz attım; mânâ itibariyle değişen hiçbir şey yoktu.

Bayram yapılacak: Yap!

Bizim resmi bayramlarımız "bayram" fikrinden kopuktur nedense. Şöyle bir zihninizden geçiriniz; onca kalabalık, öğrenci, asker, seyirci, sanki bir avuç bürokratın veya "protokol"a mensup resmi zevatın takdirini kazanmak için yapılan toplu gösteriler için bir araya gelmiş gibidir. Resmi zevat, o gün için özel surette hazırlanan seyir tribünündeki rahat koltuklarına oturup kara gözlüklerini takarak, önlerinden "resm-i geçit" yapan askerleri, öğrencileri, çocukları seyreder, ara sıra isteksizce alkışlayarak "şenliğe" katılır ve ardından kutlamaları kabul ederler. Kim, kimi, niçin kutlamaktadır; asıl kutlanması gereken kimdir; bir resm-i geçide katılmak, bu iş için bir ay öncesinden sıkıcı çalışmalara katılıp özel elbiseler tedarik etmek bir genç veya bir çocuk için ne kadar eğlencelidir, düşünülmez bile. O törenlerde bütün katılığı ile hissederiz ki bu bayramlar, kelimenin içini doldurmak anlamında "bayram" olsun diye yapılmamaktadır. Bayramın esas öznesi olması gereken toplum, yani seyirciler kenarda, polis veya askerlerin yaptığı güvenlik şeridinin arkasında itiş-kakış halde ne olup bittiğini anlamak için birbirinin omzu üzerinden bayram yerine şöyle bir göz atmak derdindedir ve bu durum her farkettiğimde bana, zenginlerin düğününü bahçe duvarının arkasından seyreden fukara mahalle çocuklarının hâlini hatırlatır; sanki onlar ait olmadıkları bir âlemden bir kaç görüntü hırsızlamak için merak ile içerde olup biteni seyretmektedirler.

"Asker görünce ağlardım"

Tam da o esnada Cumhurbaşkanı, Samsun"dan ve Selanik"ten getirilen bayrak ve toprağı teslim almaktaydı. Üç defa öpüp başa koyma seramonisi, teslim alan ve teslim eden tarafından itina ile tekrarlandı; o esnada devlet başkanımızın da bu törenleri garipseyip garipsemediğini merak ettim; merakımın bir kısmını gideren bir haberi, ertesi günün gazetelerinde okudum; onca yoldan gelen, elden ele geçen, toza toprağa maruz kalan bayrak, tam şeref locasının merdivenlerinde bir görevli tarafından değiştirilerek devlet başkanına "hijyen" yani, daha evvelce hazırlanmış, ütülü ve temiz bir bayrakla değiştiriliyor ve Cumhurbaşkanı o bayrağı teslim alıyormuş! Normaldir, sağlık gerekçesiyle alınması gereken bir tedbirdir diyebiliriz ama o zaman, günlerden beri Samsun"dan Erzurum"a, oradan Sivas"a Kayseri"ye, Kırşehir"e ve Ankara"ya kadar yüzlerce öğrenci atletin nöbetleşe yerine getirdiği koşunun en anlamlı sembolü, son anda anlamını kaybediyor gibi bir mânâ ile karşılaşıyoruz. İlginç! Hele o stadyum gösterileri... Her gösteriden önce madenî sesli bir spikerin, "Şimdi falanca gösteri yapılacaktır, arzederim!" cümlesiyle tekrarlanan komutları, bayramı ne kadar da resmi ve hatta askeri bir boyuta taşıyıveriyor.

Tribünlere oturtulan binlerce genç, ellerindeki karton levhaları indirip kaldırarak yazılar, şekiller çizerken hiç sıkılmıyorlar mıdır dersiniz? Bayramdan onların hissesine düşen pay tabelacılık yapmak. Ve sanki, tek merkezden yönetilen bütün gösteri, devlet başkanının gönlünü hoş etmek için düzenlenmiş gibi. Böyle muazzam kitle gösterileri vaktiyle Demirperde ülkelerinde pek revaçtaydı ve 70"li yılların sonuna doğru, bu işi daha iyi başardıkları gerekçesiyle Bulgaristan"la fikir alışverişine girişilmiş ve işbirliği yapılmıştı. Demirperde ülkelerinde terkedilen kitle gösterilerinin Türkiye"de hâlâ devam ettirilmesi de ilginç.

Toplu gösteri ve "resm-i geçit" âdetine sadece tek istisnâ tanınmasından yanayım; bir milli bayramda en az bir bölük asker mutlaka resm-i geçit yürüyüşü yapmalıdır. Cihet-i askerî"nin gündelik siyasete karışmasına ne kadar karşı olursam olayım, dünyada şahsen seyre değer bulduğum şeylerin başında askerlerin uygun adımla yürüyüşü gelir. Sulugöz değilimdir, kolay duygulanmam ama ne zaman uygun adımda yürüyen bir askeri birlik görsem, ciddiyet maskem dağılıverir ve her defasında Rahmetli Şair Mehmet Çınarlı büyüğümüzün babası için yazdığı "Asker görünce ağlardın" mısraı aklıma geliverir. Askerlerin yürüyüşünde, orduyla milletin içiçeliğini aksettiren çok derûnî, hatta mânevî bir lezzet bulurum; zira onlar bizim yürüyen ayağımız, sıkılı yumruğumuz, gücümüz, itibarımız ve milli nâmusumuzdur.

Dostluğumu sınama

Ben "milli bayram" kavramına karşı değilim; tam aksine böyle bayramların bütün toplumun iştirak ettiği, gönülden benimsediği ve gerçekten bayram ettiği bir üslûpta kutlanmasından yanayım. Nasıl yapılacağı konusunda bir fikrim yok ama nasıl yapılmaması gerektiğini dilimin döndüğünce izaha çalıştım. Bayramlarımızın bu hali, devletin millet için varolduğu değil, milletin devlete şükranlarını sunmak için görevlendirildiği bir mânâ çerçevesini hatırlatıyor. Oysa ki arzu edilen şey milletle devletin kaynaşması, o günlerde bütün toplumu etkisi altına almasını beklediğimiz duygunun gerçekten "milli neş"e" ile ifade edilmesidir.

Bayram bir neş"e vaktidir; devlete bağlılık sunma töreni değil. Kaldı ki, temel değerlerinden emin devletler, vatandaşlarını bu gibi temsili sadakat sunma törenlerine davet etmeyi akıllarına bile getirmezler. Sadakatın, vefanın, dostluğun sınanmaması gerekir; sınandığı anda varlığı hakkında şüpheye düşülmüş demektir çünkü.

Otoriter bayram olur mu?

Bu haliyle milli bayramlarımız, totaliter ve otoriter bir edâ taşıyor; zamanla bu bayramların gövdesine iliştirdiğimiz ve gitgide kanun sertliğine bürünen, canlandırma merasimleri, bayrak koşuları gibi ilave gelenekler, asıl anlamını kaybediyor. Vaktiyle BBC televizyonunun "dünyanın en garip olayları" ismi altında gösterdiği ve Türkiye"den bir bayram manzarasını ekranlara getiren kısa filmi hatırlıyor olmalısınız. Bu üslubu değiştirmemiz, daha topluma yakın, daha çok iştirak edilen, daha çok sevinç duyulan bir bayram ritüeli icad etmemiz gerekiyor.

"..laarda yüzen alsancaak"

Kanun konusudur ve yıllardan beri gelenek haline gelmiştir ama yılda dört defa tekrarladığımız resmi bayramları ikiye indirebiliriz pekâlâ; her yıl soğuk havada ve genellikle yağmur altında geçen çocuk bayramını 19 Mayıs"la birleştirebiliriz; gençler ve çocuklar için tadına doyulmaz bir milli festival haline getirebiliriz bu bayramları. 23 Nisan tarihleri ise daha çok ilmi toplantıların ağırlık kazandığı bir başka kutlamaya sahne teşkil edebilir. Buna mukabil 30 Ağustos Zafer Bayramı"yla Cumhuriyet Bayramı"nı bir arada kutlamak da mümkündür; iki defa çoğalmış bir neşe ve heyecanla bu iki gurur vesilesi, tek günde birleşebilir. Ne var ki bu tekliflerin, işi gücü öküz altında buzağı aramaktan ibaret çevrelerce nasıl istismar edileceğini tahmin etmek hiç de zor değil ve sırf bu yüzden fikrimin tekliften ziyade şahsi bir zihin egzersizi olarak anlaşılmasını tercih ederim. Bu öyle tehlikeli bir konu ki, ezkazâ muhalefet teklif etse iktidar terslenir, iktidar aynı teklifi yapsa muhalefet, "bunlar çaktırmadan devleti yıkıyorlar" diye ortalığı velveleye verir.

Vaktiyle İstiklâl Marşı"nın "prozodi" hatâlarıyla mâlul ve topluluk tarafından hakkıyla icrâsı neredeyse imkânsız olduğu için yeniden bestelenmesi telaffuz edilmişti ve bu teklif son derece doğruydu ama netice alınamadı. Netice itibariyle şan eğitimi almış azınlık dışında Milli Marşımız, hiçbir bayramda, törende, toplantıda, (hele stadyumda) âhenkle ve aslına uygun olarak icrâ edilemiyor. Biz üç kişi yanyana gelip Milli Marşını ağız tadıyla söyleyemeyen bir topluluğuz. Ne var ki, bu gibi şeyleri tabu haline getirmekte üstümüze yoktur; en iyisi hiç söylememiş olmak; geçelim.

Uzman mı çağıralım?

"Vatan, millet, Sakarya" tabirinin, çokça, yersiz ve hamasî anlamlarda kullanılması yüzünden genç kuşaklar arasında nasıl istihza konusu halinde algılandığını hatırlayınız. Milli bayramlar, toplum dayanışması için, milletle-devletin beraberliğini teyid etmesi ve âdetâ her bayramda yeni bir "toplum sözleşmesi" güzelliğine yol açması için ne güzel vesilelerdir. Milli ruh denilen şeye gerçekten büyük ihtiyacımız var ama aynı anda onu değersizleştirmek ve sıradanlaştırmak için ne kadar çok gereksizlik yaptığımızı da hatırlayabilmeliyiz. Etrafımızda yeni dünyaların kurulduğu, sağımızda solumuzda "yeni komşu"lar peydahlandığı bir devirde milli bayramları bir dayanışma ve müşterek sevinç vesilesi kılmak lâzım. Milli maçlarda gösterdiğimiz dayanışmayı bir milli bayramda tekrar edemiyorsak, işin tertipleniş safhasında bazı aksaklıkların bulunduğu âşikârdır. Ne yapsak, Bulgaristan"dan yeni "bayram düzenleme uzmanı" mı çağırtsak nedir?


Kaynak (Arşiv)