Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Nice zamandır gençlerin bileğinde görüp şaşırdığım, neredeyse kavanoz kapağını andıracak derecede geniş kadranlı kol saatlerinin sebeb-i hikmetini anlamaya başladım: Kol saatlerinde moda değişmiş.

Moda demek, moda demektir; mantık aramayacaksınız. Vaktiyle hanımların kol saatleri aspirin drajesinden biraz gönüllüce kuturda, miniminnacık bir şeydi de, İsviçreli ustaların nasıl olup bu kadar küçücük bir hacim içine bir saatin bütün mekanik aksâmını tastamam yerleştirebildiklerine hayret ederdim; hele o serçe parmak tırnağının yarısı büyüklüğündeki kadranda sinek lekesi gibi duran akrep ve yelkovanı, rakamları nasıl görebildikleri ise ayrı bir muamma idi. Yeni moda saatlerde kadran ayrıntısı görememek gibi bir problem yok; maaşallah her biri Hamidiye zırhlısının makina dairesindeki buhar basıncını ölçen göstergeler emsâlinde iri olduğu için her şey rahatça görülebiliyor. Ne var ki zamâne saatlerini taşıyabilmek için bir genç kızın daha evvelce biraz halter çalışması, barfiks çekmesi kanaatine kapıldığım oluyor; sadece iri değil, ağır da mübarekler. Çelimsiz, incecik bir bilek üzerinde lüzumsuz derecede kocaman, ağır bir demir parçası.

Moda! Şimdi bu kelimeyi kullanan pek kalmadı; "trend" filan gibi bir şey diyorlar; moda kavramı da değişmiş. Etrafındaki her şeyin değişmesinden lüzumsuz bir saadet hissesi çıkaran değişim budalaları ne kadar iftihar etse yeridir.

Anladık, moda değişmiş fakat o fuzûlî cesâmetin içinde yine o hap kadar ufak, miniminnacık bir elektronik motor var ki asıl hayret edilmesi lâzım gelen değişiklik odur. Nereden baksanız iri bir tahtakurusu veya karasinek kadar bir motor; yanında kendisi kadar iri (veya ufak) bir pil. Hani, "olsan olsan cirmin kadar yer yakarsın" diyebileceğimiz türden iddiasız, mütevazı bir pilcik ama yanıbaşındaki motoru altı ay, bazen bir sene arslanlar gibi çalıştırabiliyor.

İşin aslına bakarsanız saatlerde devrim, o pilli motorun küçülmesiyle başladı ve sürüp gidiyor. Hiç unutmam, vaktiyle hâli vakti yerinde bir akraba, 1965 yılında sırf turistik bir gezi maksadıyla gittiği Almanya'dan şimdi iri saatleri andırır cesamette bir garip saatle dönmüştü. Saatin markası Bulova idi. Saati yapan firma, içi görünsün diye kadran koymamış; bakınca saatin içinde bakır bobinler, iri çelik çarklar ve kocaman piliyle dudak uçuklatan bir ahir zaman teknolojisinin bütün hünerlerini ayan beyan görmek mümkün oluyordu. Kaç para olduğunu hatırlamıyorum fakat bugün işportada tanesi üç-beş liraya satılan harcıâlem saatlerden üç-beş bin tanesinin tutarına denk bir meblağdı. Müthiş para yani.

O üç otuz paraya satın alınabilen kol saatlerinin, üstelik pek de fiyakalı kutular ve kadranlar refakatinde kaldırımlara dökülmesi, saatin tarihinde müthiş bir inkılâp teşkil eder; artık dileyen herkesin bir paket sigara fiyatına saat sahibi olabildiğini gösteren bu müthiş teknolojik yenilik, ne yazık ki bizim zamanı tasarruf biçimimizde bir devrime yol açmadı.

Saat dün statü sembolüydü; bugün de öyle. Bir yılda bir dakika bile aksamadan şakır şakır çalışan ucuz saatlere sahip olabilmemiz, Almanların "punktualite" dedikleri "dakiklik" kavramını keşfetmemize yol açabilmiş değildir. Zaten o neredeyse yarım kilo ağırlığındaki fiyakalı saatleri taşıyan gençler de, zamanı öğrenmek gerektiğinde kol saatlerine değil, emzik gibi yanlarından ayırmadıkları cep telefonlarının ekranlarına bakmaktalar.


Geçenlerde yine bir mecliste söz saatten açılınca, hazirûndan birisi, "amcam saat hastasıdır" diyerek lâfa girdi, "eğer güzel bir saat görürse, onu sahiplenmek için bütün imkânlarını zorlar; ihtiyaç listesindeki sair kalemleri geriye itip onu satın almak için elinden geleni yapar. Sadece kol saatlerine değil, saatin her cinsine karşı zaafı vardır. Evinin her odasında, mutfaktan banyoya, holden yatak odalarına kadar pek çok saat asılıdır. Aile efrâdı da bu saat düşkünlüğünden ister istemez nasiplenip sık sık saat değiştirmek zorunda kalıyorlar" deyince arkadaşlardan biri, "bunun sebebini anlayabiliyorum" dedi. "Eskiden saat çok değerli ve pahalı bir şeydi; çoğumuz edinemezdik; bir çocuğun sünnetinde aldığı en değerli hediye hep saat olurdu ve ebeveyni, kullanması için çocuğun rüşdünü isbat yaşına gelmesini beklerdi. Belki o yılların baskısıdır."

Evet, bu kadarını anlamak mümkün fakat saat sevgisi başka bir şey olsa gerek; bir insanın mütevazı gelir seviyesine rağmen güzel bir saat görünce kendinden geçmesinde başka sebepler aramalıdır; belki, bizim yaşımızdaki insanlarda ara sıra görülen ve hafif bir tebessümle geçiştirilmesi gereken oyuncak tutkusuna benzer bir şeydir: Hani o bilmem ne kadar para vererek torununa oyuncak tren seti alan ama çocuğun dokunmasına bile asla izin vermeden kendisi oynayan tonton dedeler gibi...

...

Bana gelince, ortaokul demlerinde babamdan müdevver o caanım Zenith kol saatini kaybettiğim günden beri iyi bir kol saatine sahip olmak ihtirâsını unuttum. Saatte tercihim mümkün olduğu kadar ince ve fakat bir bakışta okunabilir cinsinden sade ve anlaşılır kadranlılardan ibaret. Siz buna bir de eşyasını olur olmaz yerde unutup kaybeden ihmâlkâr tabiatı da ilâve ederseniz, saate ilgimin ne kadar eften-püften bir şey olduğunu kestirebilirsiniz. Zamanı öğrenmek ihtiyacı duyunca karşımdaki duvarda duran beş liralık pilli duvar saatiyle yetinebiliyorum. Kol saatim ise bilgisayar çantasının derin gözlerinden birinde, derûnundaki pilin ömrü yettiği sürece kendi kendine çalışıp duruyor; kabahati büyük, çünkü bileğimde kaşıntı yapıyor meret.

Siz de saat takınca bileği kaşınan, düzenli kalem taşıma alışkanlığını kaybetmiş, nikah yüzüğü takınca parmağında bir okka yük taşıyor hissine kapılanlardan iseniz anlarsınız.