Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Köprü Dergisinin Bahar/2000 sayısında İslam Yaşar imzasıyla "Said Nursi Türkçesi" adı altında bir yazı yayınlandı; bu yazıyı okuduğumda fart-ı muhabbetten doğan idealleştirmenin (kristalizasyon) ne kadar vahim tesbit hatalarına yol açabileceğini farkederek tenkide karar verdim; bu tenkidi, okuyucuya açık bir temin olmasından ziyade, şifahi bir ikaz tarzında yazara iletmeyi düşündümse de bilahare dergi sayfalarında yer almasının daha faydalı olabileceğini farkederek bu yolu tercih ettim. Bu derginin sayfalarında karşılıklı cevap ve rövanş duygularını körükleyecek bir polemik başlatmak niyetinde değilim; bu yüzden tenkidimi Latinlerin "dentibus albis" dedikleri "beyaz dişlerle" yani, hırpalamaktan ziyade tebessümü tercih eden bir üslup içinde tamamlamaya gayret edeceğim. Dilediği takdirde yazarın elbette cevap hakkı mahfuzdur.

Türkçeyi İhyâ?

1- İslâm Yaşar, mezkur makalenin yer aldığı derginin 81. sayfasında Said Nursi'nin, dilin derin darbeler yiyip ağır yaralar aldığı bir zamanda, Yunus Emre ve diğer dâhî şairlerin yaptığını yaparak "Türkçe'yi yeniden ihyâya" karar verdiğini ileri sürüyor. Devamında Yahya Kemal, Mehmet Akif, Faruk Nafiz ve Ziya Gökalp'in Türkçe'yi kurtarmak için eserlerini İstanbul ağzı ile kaleme almayı tercih ettikleri halde Said Nursi'nin, "Türkçe'nin çok gelişmiş de olsa mahalli bir ağzını esas almak yerine, pek çok ağız ve şive özelliklerini ihtiva eden Osmanlı Türkçesini kullanmayı tercih ettiğini söylüyor. Hemen alttaki paragrafta ise Said Nursi'nin Şark vilayetlerine merkezi bir hüviyet izafe ettiğini ve dilin inşâsında "bu bakış açısını" esas aldığını savunuyor.

a- Makaledeki iktibaslardan Said Nursi'nin "Türkçe'yi ihyâ" iddiasını doğrulayan bir ifadeye rastlamadım; Külliyatı arasında böyle bir ifadenin yer alıp almadığını bilmiyorum; sadece Said Nursi'nin "Türkçe'yi ihya" gibi bir kişinin, hatta bir neslin asla güç yetiremeyeceği bir iddiada bulunamayacağını tahmin ediyorum.

b- İstanbul ağzı, Türkçe'nin telâffuzuyla ilgili bir vâkıâdır; yazıya geçirilmesi ve imlâsı sözkonusu olduğunda "İstanbul ağzı"ndan bahsetmek teknik bir hata olur. Üstelik İstanbul ağzı, mahalli ağız sayılmaz; mahalli ağız tabiri daha ziyade taşra mıntıkaları için tercih edilir. İstanbul, devletin ve kültür namına biriktirdiğimiz herşeyin kalbidir. Dolayısıyla Said Nursi'nin İstanbul ağzı yerine Osmanlı Türkçesi'ni tercih ettiğini ileri sürmek garip bir fikirdir ve gâlib ihtimal Said Nursi'ye onun muradını aşan emeller izafe etmek suretiyle gıyabî bir bühtan olur.

c- Said Nursi'nin kendine mahsus lisan terkibinde Şark vilayetlerini esas ittihaz ettiği yolundaki iddia da zayıf görünüyor. Adı geçen yerdeki iktibasta Said Nursi, "Risale-i Nur'a Urfa taraflarında kuvvetli ellerin sahip çıkmasını bekliyorum" derken bana göre Şark vilayetlerinin Türkçe zevkini esas tuttuğunu ifade etmekten çok, Risale'lerin ihtiva ettiği haberin, bu mıntıkalarda maya tutmasının ehemmiyetini vurgulamaktadır.

d- Said Nursi'nin dilin inşasında "bu bakış açısı"nı esas aldığı yolundaki tez, ilk üç gerekçe ışığında mesnetsizdir. Said Nursi'nin bir lisan müceddidi olduğunu ileri sürmek, bence bühtandır. Said Nursi bir lisan müceddidi değil benim kanaatime göre bir iman müceddidi olarak tebcil edilirse daha isabetli olur.

Bühtan Olmuyor mu?

2- 82. Sayfanın başındaki iddia, ilkine mümâsildir; bu iddiaya göre Said Nursi Arapça ve Farsça yanında Kürtçe, Ermenice, Süryanice, Zazaca gibi mahalli dillere ilaveten Azeri ve Tatar şivelerine de aşina olduğu için neredeyse bütün Türk ve İslâm dünyasına hitab edebilen ve "hepsinin ortak hususiyetlerini taşıyan müstesna bir dil terennüm" etmiştir.

Bu iddia da, bana göre bir bühtandır, çünkü:

a- Said Nursi'nin Türkçe'si, İslâmi ıstılahlara aşinalığı ve Arapça'ya vukufu yüzünden "Osmanlı Türkçesi" görüntüsü veren, ancak klasik ve edebî Osmanlıca zevkinden hayli uzak bir lisandır; bu hususta eski edebiyat mütehassıslarının hakemliğini daha şimdiden kabul ediyorum. Said Nursi, manevi yıkıntıya uğrayan gönülleri onarmak ve güçlendirmek, imânî nokta-i nazardan cemiyeti güçlendirmek maksadıyla bütün ömrünü hâlisâne mesâiye vakfetmiş bir insandır. Aynı makalenin 83. sayfasında İslam Yaşar, Said Nursi'nin ana dilinin Türkçe olmadığını belirtiyor ki bu durumda Said Nursi'nin Türkçe'yi nasıl ihyâya muktedir olabildiği suali, yazarın omuzlarında kalmış bir bühtân manzarası veriyor. Said Nursi'yi, Türkçesi'nin zayıflığı ve ittiratsızlığı noktasında tenkid etmek aklımdan geçmez fakat bu gibi zayıf iddialarla Nursi'nin Türkçesi'ne estetik bir ihya nâmı yakıştırmak asla doğru olmaz.

b- Yazar bence doğrularla eğriyi karıştırıyor: Türk ve İslâm dünyasına hitab edebilmek noktasında Osmanlı Türkçesi, gerçekten büyük mesafeler kazanmış ve rüşdünü isbat etmiş bir kemâl seviyesinde idi. Bir lisan, hitab ettiği toplulukların mahallî lugâtçelerine yaslanarak "sultâni" yani "imperial" bir nitelik kazanmaz. Dil, bu cinsten "kolaj" gayretleriyle ayakta kalmaz. Bütün mahallî ağız ve lugâtçelerin fevkine çıkabilmiş, kaideleri muhkem, telâffuzu standart, ilim, san'at ve diplomasi lisanı olarak kifâyetini "asırlarca ve eserlerce" isbat edebilmiş bir dile "sultâni" yani emperyal sıfatını verebiliriz; öyle ki bu dil, farklı diller ve ağızlar konuşan tebânın mecburiyetten ziyade medenî bir sevk-i tabii ile müştereken teveccühünü kazanarak seviyesini isbat eder. Buradan, İslam Yaşar'ın klasik Osmanlı metinleri ve lisanı konusundaki mütebahhiresinin Said Nursi külliyatının ufuklarıyla muhât bulunduğu şüphesi doğuyor. Parçadan hareketle bütünü tasavvur ve ihâta etmek muhal ihtimal! Dolayısıyla Osmanlı Türkçesi'nin vüs'at ve estetik kalite itibariyle Said Nursi'nin estetik ihyâ hamlesine ihtiyacı olduğunu düşünmek insaf haricindedir.

Her Zaafın Tenkidi Gerekmez; Fakat...

3- "Said Nursi Türkçesi" başlıklı bölümde (s.82) yazar Said Nursi'nin kelimeleri seçerken "Sinan'ın mâbedine taş, Itrî'nin tamburuna tel, Karahisâri'nin hattına mürekkep alırken göz önünde bulundurduğu hassasiyeti" gösterdiğini ileri sürüyor; bu hükme katılmak insâf ile kaabil-i te'lif değildir. Çünkü Said-i Nursi'nin Türkçesi'nde, klasik lisâna âşinâ olanların damağında kekre lezzetler bırakan, ham ve alışılmadık tasarruflar sıkça göze çarpar. Bana göre bu kekrelik, övülecek bir özellik olmaktan ziyade zaaf teşkil eder fakat illâ tenkidi de gerekmez. Meselâ, yazarın da makalesinde birkaç kere kullandığı "hayattar" kelimesi bunlardan biridir; kelime bu haliyle Osmanlı Türkçesi'nde yer bulmamıştır. Ve Devellioğlu lügâtında da bu terkibe yer verilmemiştir. Keza mahvolma, helâke uğrama mânasındaki "helâket" dahi bunlardan biridir mâruf lugâtlerde yoktur; kezâ yazarın da endişesizce tasarruf etmekten kaçınmadığı "abesiyet" kelimesi dahi öyledir. (s. 84) Eski dile vâkıf birisi bu kelimelerin ne anlama geldiğini bilir fakat bu tanışıklık, lisanın güzel tasarrufundan bir şube değildir. Bunlar açıkça dil kekreliği veya hatalı tasarruf dediğimiz lisan yanlışlıkları içine girer. Meselâ "emrine tâbi olan zerratları" (Tabiat Risâlesi) söyleyişi hem letâfetten, hem de imlâ metânetinden uzaktır; malumdur ki zerrât, zerre'nin cem'idir. Keza Osmanlı Türkçesi'ne hâkim birisi asla "rezzakiyet kanunları" terkibini tercih etmez; "Rezzak"ın kök ittihaz edilmesi suretiyle "Rezzakiyet" kelimesini türetmek manaca ma'kul, fakat dil zevki itibariyle garibtir.

Benim maksadım Said Nursi'nin Türkçesi'ni tenkid etmek değil; o yüzden bu kabil örneklerin sayısını artırmak, benim nokta-i nazarımdan bir kazanç teşkil etmiyor; fakat, Said Nursi'nin Türkçesi'ni "Türkçe'yi ihyâ" derecesinde abartmanın hak-nâ-şinaslıktan da öte, bu şecî, vakur ve dürüst insana bühtân mânâsına gelmesi beni üzüyor.

Said Nursi Bir Lisan Müçtehidi mi İdi?

4- Yazarın 83. sayfada yer alan, "böylece yalnız dinî meselelerde değil, dil ve üslûp sahasında da içtihat yaptığını gösterdi" cümlesi dahi bu cümledendir. Bir şeyde içtihadın muvaffakiyeti, usûle bağlıdır. Said Nursi'nin Türkçe'yi tasarruf tarzına içtihad nâmını vermek doğru değildir. Kendi tâbiriyle Türkçe'den başka bir dille düşündüğü halde düşündüklerini Türkçe veya Arapça ile ifade etmek mecburiyetinde kalan, hatta 84. sayfadaki iktibasta, kendi ifadesiyle "benim gibi Türkçesi az" itirafında bulunmaktan çekinmeyecek kadar tevazu sahibi bir insanı, tasarruf hataları sebebiyle tenkid etmek insafa sığmaz; fakat o insan Türkçe'de bir müçtehit nâmıyla tebcil olunduğunda hakikat incinir. Said Nursi bir Türkçe müçtehidi değildir; Türçeyi, hâkim zevk ve usûlün hayli dışında, hatta "garip" diye adlandırılabilecek bir tarzda tasarruf etmek elbette "yeni" bir şeydir; yeniliğin içtihat haline gelmesi için usûle uygun ve latif vasıflarını behemahal taşımalıdır.

İlim Vadisinde Fart-ı Muhabbete Mesağ Yoktur!

5- Yazarın fart-ı muhabbeti, başkaca aşırı hükümlerde bulunmasına da yol açıyor. Mesela, Said Nursi külliyatının Yahya Kemal, Mehmet Akif, Ahmed Haşim'in eserleriyle mukayese edildiğinde onlardan "çok daha sade, akıcı ve anlaşılır bir dille yazıldığı" yolundaki intibâ tam bir fart-ı muhabbet eseridir ve öyle olduğu için insaf haricindedir; bu hükmü ayrıca tenkide hacet görmeden sadece işaret etmekle yetiniyorum.

6- 84. sayfada Said Nursi'nin Güneş Dil Teorisi'ni fiilen hükümsüz bıraktığı iddiasıyla, "bu yeni Babil kulesini Kur'anî i'cazla yıktığı" ve bu eylemin "Risale-i Nur'un tağutlarla mücadelesi"ne teşbih edilmesi dahi en azından aşırı sâfiyetle malul değerlendirmeler gibi görünüyor. Keza 85. sayfanın başında yer alan ve Said Nursi'nin "sadece Türkçe'yi bütün şive ve ağız hususiyetlerini içine alacak şekilde kullanarak Türkler'e hitap etmekle kalma"dığı "diline, milli hudutları aşan cihanşümul bir hitap derinliği kazandır"dığı mealindeki iddia da ciddiyetten uzaktır ve ayrıca tafsilen tenkidi gerekmez.

7- Ve nihayet Türkçe'ye ve Said Nursi'ye hamledilen, "Osmanlı Devleti'nin cihan hakimiyetinden sonra ilk defa Risale-i Nur Külliyatı sayesinde milli hudutları aşarak yeniden dünya dili olma şansını yakalamıştır" (s. 85) hükmü, aslında bu tenkid yazısını kaleme almakla isabetli bir iş yapıp yapmadığımı bana hatırlatacak kadar abartılı, yanlış ve bühtan dolu bir ifade teşkil ediyor; keşke yazarın iddiaları doğru olabilseydi!

Hülasa

Köprü Dergisinin 70. sayısında yayınlanan "Said Nursi Türkçesi" başlıklı yazı, öyle anlaşılıyor ki, onu kaleme alan İslam Yaşar'ın şahsî fikirlerini ifade etmekten daha geniş bir zihniyetin temsilcisi mevkiindedir. Tecrübelerim bana, "fart-ı muhabbet"le malul bulunduğu âşikâr kişilerle ilmî tenkid vâdisinde muhatap olmanın, düşman kazadırmaktan başka bir işe yaramadığını hatırlatıyor ama sayın İslâm Yaşar'ın bu peşin hükmümde beni yanıltmasını kuvvetle temennî ediyorum; bazen fart-ı mahabbet, sevilen kişi veya nesnenin aleyhinde neticelere sebep olabilir. İlmî tesbit mübalağayı hoş görmez. Mezkur yazıyı okuduktan sonra bende hâsıl olan kanaat Said Nursi'nin bühtâna uğradığı merkezinde idi; bu yazıyı, hem o bühtânı tekzip etmek, hem de mübalağalı hükümlerin—sırf tekzibe uğramamaktan ötürü—genel kabul görmüş bir meşrûluk kazanmasına itiraz etmek için kaleme aldım. "Beyaz dişlerle" tenkid ettim. Ümit ederim ki hayra bais olur.