Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Postadan bir kitap çıktı: "Türk Kültüründe Taşlar", yazarı Prof. Dr. Hakkı Acun.

Kitaba daha sonra geliriz; benim erkek kardeşim yok ama Hakkı Acun, kendime erkek kardeş saydığım az sayıda adamdan biridir bu dâr-ı dünyâda. Ali Birinci'yle beraber vaktiyle beni muhasebecilikten kurtarıp üniversite hayatına sokan kişidir.

Yozgatlı, Çapanoğulları'ndan fakat tanısanız, "Çapanoğulları vaktiyle nasıl olmuş da bu kadar hâdise çıkarmış; torunları böyleyse, dedeleri de melâike gibi insanlar olmalı." dedirtecek raddede halîm, selîm, güzel bir adam.

Hakkı Acun, Tarih Bölümü'nün başkanı. Sanat tarihçisi; sene 1985. O tarihte evi-ailesi Ankara'da ama haftada üç-dört gün Sivas'a geliyor, perşembe, cumaya kalmadan ferre yefürrü firâren mısdâkınca "Ver elini Ankara" deyip yeniden dönüyor.

Hakkı Acun bendeki sanat tarihi mâdenini nasıl keşfetti bilmiyorum; çünkü o esnada ben de farkında değildim pek. Sivas'ta kaldığı 4 günün yarısını, vilâyetten tedarik ettiğimiz emanet bir resmî vasıta ile kaza ve köylerdeki tarihî eserleri, yıkıntıları ziyaret edip fotoğraflamakla geçiyor. Valimiz Lütfi F. Tuncel'in çok desteğini gördük o günlerde. Sonradan bu gayretlerini bir nevi envanter haline getirdi.

A, baktım ki ben bu sanat tarihi ağırlıklı gezilerin demirbaş elemanı haline gelmişim, Hakkı Acun'a bir nevi asistanlık ediyorum. Elimde metre; ölçüp biçiyorum, kitâbe okuyorum (çoğunlukla söktüremiyorum), not tutuyorum ama daha çok yolda yârenlik edip lâflıyoruz; böyle böyle derken bende aldı bir sanat tarihi merakı. Baldeken, mukarnas, kum saati, niş, tonoz, apsis gibi özel tâbirleri öğrenmeye başladım artık.

O tarihlerde Müze Müdürümüz rahmetli Hikmet Denizli; o da sanat tarihçisi olduğu için çoğu gezide beraberiz. Aramıza Vakıflar Bölge Müdürümüz Doğan Erdinç abi de katılınca gezilerimiz yürüyen seminer veya müteharrik eğlence seanslarına dönüşüyor. Gençliğimizin en güzel demleri. "Keşke iki sene daha dişimi sıkıp sanat tarihi okusaymışım." diye hayıflandığım günler, böylece bir taşla iki kuş vurmuş olacağım hesabımca; hem sanat, hem tarihin kesiştiği yer. Sanat tarihçiliği...

"Ölüler zanneder ki diriler hep helva yiyor." atasözü tecelli etti. Bir sanat tarihçisinden mektup aldım. Seniha Sami adlı bir sanat tarihçimiz; ben bugüne kadar sanat tarihçisi ile arkeolog'u, aynı şey değilse bile birbirine emmizâde mesâbesinde yakın iki branş zannederdim; kanun öyle demiyormuş ama. Özetle diyor ki Seniha hanım: "Sanat Tarihi bölümünü bitirip, sanat tarihçisi unvanını alan meslektaşlarımızın önemli çalışma alanlarından biri de Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı müzelerdir. Tüm Türkiye'de bu müzelerde çalışan sanat tarihçisi sayısı yaklaşık 150 civarındadır ve yönetmeliğe göre, arkeologlar gibi 'Uzman' sıfatını taşırlar, fakat uzman sıfatı ve iş tarifleri dışında bu iki meslek grubu eşit görülmezler. Meselâ araziye çıktıklarında arkeologlar arazi tazminatı, kıyafet yardımı alırken sanat tarihçisi alamaz. Buna mukabil ortalama rakamla arkeolog 1.800, sanat tarihçisi ise 1.200 lira civarında maaş alır. Öyleyse aynı işi yapan, beraber çalışan bu iki mesleğe bakanlık niçin farklı muamele yapmaktadır? Bu ayrımcılığın temelinde 1987'de çıkarılan bir Bakanlar Kurulu kararı vardır; önceleri eşit tutulurken 'bir aklıevvel' arkeologların teknik hizmet yaptığına hükmetmiştir ve o aklıevvelin attığı taşı, sonraki dönemlerde kimse kuyudan çıkaramamıştır."

Peki niçin arkeologlara bu güzellik bahşedilirken, sanat tarihçilerimizden esirgenmiştir? Özetle şunu ileri sürüyor Seniha hanım: "Problemin temelinde, XIX. yüzyılda başlayan antikite hayranlığı vardır, "Entelektüel arkeologlar Ege uygarlıklarının uçsuz bucaksız medeniyetlerini gün yüzüne çıkartırken sanat tarihçilerinin; Osmanlı, Bizans, Selçuklu ve İlhanlı gibi Anadolu köylülüğüyle uğraşması kime ne lâzım"dır?

Ardından soruyorlar: "Sanat tarihçilerinin kazı yapması ayıplandı, yetersiz görüldü, kazı ödeneği alamadılar. Sorarım size kaç Osmanlı kazısı duydunuz, kaç Selçuklu, kaç İlhanlı?.. Onlar yok sayıldılar, yok sayıldıkça fatura sanat tarihçilerine ödetildi, ödetiyorlar; ya da öyle yaptıklarını sanıyorlar."

Bunlar yetmezmiş gibi bakanlığa bağlı arkeologların maaşına zam için bakanlık bürokrasisinin harekete geçtiğini duyan sanat tarihçileri şimdi isyan hâllerinde, ezcümle Kültür Bakanı'ndan durumlarının düzeltilmesini bekliyorlar.

Ve ben bu haksız uygulamaya maruz kalan sanat tarihçilerini destekliyorum; dış kapıdan, yarım-yamalak da olsa ben de az buçuk sanat tarihçisi sayılırım çünkü kendimce...

Kitaptan bahsediyorduk... Prof. Dr. Hakkı Acun'un "Taşlar", daha doğrusu "Türk Kültüründe Taşlar" kitabından.

Çıkarınız kalemi kağıdı, sanat tarihi kitaplarını masa altına itiniz; kulaklak, telefon, mp3 çalar bilmem ne hepsi yasak (KPSS'den ilham aldım) ve soruyorum:

-Süzek taşı nedir, Nişan taşını duydunuz belki biraz (Semt adıdır da ondan), peki Sancı taşını, İbret taşını, Anı taşını, Ana taşını, Dayak taşını biliyor musunuz?

-Konu hakkında bildiklerinizi yazınız, sağa-sola bakmak yasak. Sen başörtülü kızım, dönme bakayım arkana; silgi alıverişi yok artık. Soru iki:

-Bengü taşı, Bereket taşı, İstihare taşı, Yada taşı nedir; Binek taşı ne işe yarar? Hayatta hiç Sadaka taşı gördünüz mü, Yitik taşında yitik aradınız mı?

-Peki loğ taşı nedir? Seten taşı?

Anlaşıldı; Hintlilerin "Ebedi malzeme" dedikleri taş ile dayanıklı eşyalar üretmek zorunda kalan atalarımızın neler yaptığından pek haberiniz yok; haklısınız, siz televizyon kuşağısınız, plastik çağında doğdunuz. Bastığınız kaldırım taşlarının bile çoğu, bildiğiniz taş değil artık.

Nereden bileceksiniz; bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp. Atatürk Kültür Merkezi tarafından yayınlanan bu kitaptaki taşlardan bazılarının fotoğrafı çekilirken o civarda bulunan birisi olarak diyorum ki, sanat tarihi sadece sanatın tarihi değildir; toplumun tarihidir aynı zamanda; bir hayat tarzının izlerini geriye doğru sürmek ve anlamlandırmaktır. Soruların cevabı işte o kitapta.

Eline sağlık Hakkı Acun; toprağım, dostum, arkadaşım...

Arkeologlara biraz haksızlık mı ettik bilemiyorum; maksadım iki zümre arasındaki gerilimi artırmak değil elbette; bu kadarcık "meslek ve meşrep" dayanışmasını anlayışla karşılamalarını beklerim.