Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Olimpiyatların 2020’de İstanbul’da düzenlenmesi hakkında daha önce bir şey yazmak hakkına sahip olmadığımın farkındaydım. Bir sene önce, 12 Ağustos 2012 tarihinde kaleme aldığım, “Olimpiyat Yalanları” başlıklı yazıdan sonra böyle bir şeye tevessül etmem en azından samimi ve tutarlı olmayacaktı. Kezâ bu yılın mayısı’ndaki “Naoki İnose haksız mı?” yazısı da aynı cümledendi.

Bu iki yazı, olimpiyat ruhu denilen şeyin, Birleşmiş Milletler anlaşması gibi herkesin birbirine telkin edip övdüğü ama işine gelmediğinde rahatlıkla kulakardı edebildiği prensipler olduğu anafikrini savunuyordu.

Olimpiyat ruhu denilen şeyi ciddiye almasam da, yedi sene sonraki Türkiye’ye verilecek bir açık senet hükmündeki bu oylama sonucunun Türkiye lehine tecelli etmesini istiyordum. Sportif bir heyecan, millî bir hisleniş değildi benimki; soğukkanlı, politik, hatta reelpolitik boyutları bulunan bir temenniydi. Her şeyden önce Türkiye’de siyasi dengelerin oturmasına, kutuplaşmanın törpülenerek kabul edilebilir hadlere gelmesine imkân verebilecek bir ağırbaşlılığa yol açacağına ve radikal maceralardan uzak kalacağımıza dair bir işaret gibi kabul edecektim; geleceğimize dair iyimserliğim artacaktı.

Ne var ki IOC Başkanı’nın “Tokyo 2020” yazılı kartonu ekrana çevirdiği anda yüzüm buruştu, üzüldüm. Saat 23’te açıklanacağı belirtilen sonucun tam 20 dakika süresince araya muhtelif tanıtımlar sokularak uzatılmasına sinirlenerek ama ümitvar bir hâletle beklemiştim halbuki; hele son anda, “Şimdi de olimpiyat marşını dinleyeceğiz” denildiğinde, “Başlarım şimdi sizin marşınızdan” diye söylenmeden edemedim. Olimpiyat ruhuna saygısı olmayan biri olarak, son anda zoraki dinletilen olimpiyat marşına da homurdanmaya hakkım olduğunu sanıyorum.

Neticede kaybettik. Olimpiyat Komitesi üyeleri kader anında, bizim için hayli kritik o dramatik kavşakta Türkiye’yi tercih etmediler. Bu kararın olimpik veya sportif bir tercihten kaynaklanmadığı açık bana göre; siyasi, kültürel hatta ekonomik tarafları ağır basan bir yaklaşım. “Ağzımızla kuş tutsak bu ecnebilere yaranamayız; sevmiyor bu adamlar bizi kardeşim” vezninden sızlanacak değilim fakat olimpiyat gibi önemli bir organizasyon söz konusu olduğunda, üyelerin üçte iki ağırlıkla Japonya’ya oy vermesinin siyasî ve kültürel bir mânâsı olduğu da tartışılmaz. Kazansaydık çok iyi olacaktı; özgüvenimiz yükselecek, uluslararası sistemin bir mânâda tasvibini ve vizesini kazanmış olacaktık. Bu tercih, Türkiye’nin sadece yedi yıl sonraki halini değil, esasen şimdiki performansını da onaylama mânâsına gelecekti.

Galiba esas sebep bu oldu. IOC üyelerinin zımnında dünyanın önemli politik güçleri, Türkiye’nin âdeta sınıf değiştirmesine, klasman yükseltmesine iyimser gözle bakmadılar. Oylamadaki fark bâriz ve başka türlü yorumlanması sadece saflık olur; bizi çok ihtiyaç duyduğumuz moral desteğe uygun bulmadılar.

Bu hadisenin, AB kapısında on yıllardan beri sürüncemede bırakılmamızdan farkı yok. Türkiye’nin “sistem” içinde, ancak komuta merkezinden uzak, tercihan “yukarıdakiler”e servis veren bir odada tutulması uygun görülüyor. Yükselme ve klasman değiştirme hamlelerimiz ise bazen kibar bir oylama, bazen dış politika açmazlarına girmemiz teşvik edilerek engelleniyor. Başbakan ve ekibi büyük gayret, büyük fedakârlık gösterdi. Sonuçtan sonra dengeli ve mutedil bir değerlendirme yaptı. Bu raddeden sonra oylamada kaybedişimizin uluslararası siyasetteki karşılığını lâyıkıyla tartacağını ümit ediyorum.