Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Her yılın belirli günlerinde yüksek rütbeli askerlerin rutin bahanelerle bazı konuşmalar yapması ve bu konuşmaların bazı basın organlarında, "ordudan ikaz", "filan paşa uyarıyor", "asker sert çıktı" gibi başlıklarla duyurulması, bu gibi olayların üstüne günlerce konuşulması, alışıldık işler hâline geldi. Öyle alışıldık ki bu gibi törenlerden birinde yüksek komutanlar sert mesaj vermeyip sıradan şeyler konuşsalar, "önemli bir mesaj vermediler, acaba hükûmetle uzlaştılar mı" mahiyetinde yeni haberler yapılıyor.

Askerlerin bu durumu sevmeleri ve sanki asli vazifelerinden biriymiş gibi davranmaya başlamaları şaşırtıcı sayılamaz. Belirli günlerde sert politik mesajlar ihtiva eden konuşmalar yaptıkça askerler, görevlerini yapmış olmanın huzur ve mutluluğunu duyuyor olmalılar. "Sabrımız kalmadı, artık tahammül edilemez, şu değerler bizim için vazgeçilmez önemdedir" gibi tehdit sözleriyle bezeli konuşmalar, şöyle-böyle elli seneden beri yurt savunmasının temel eylemlerinden biri, hatta en mühimi hâline geldi; bu durumu artık hiçbirimiz yadırgamıyoruz. Yüksek rütbeli komutanlarımız artık iyiden iyiye entelektüel muhteva ile desteklenmiş politik değerlendirmeler yapıyorlar, yurt gezilerine çıkarak halkla temas ediyorlar. Sivil toplum kuruluşları ile doğrudan görüşmelerde bulunuyorlar.

Bu durumu dışarıdan takip eden bir gözlemci, rahatlıkla ordunun payına düşen egemenlik hakkını kullanması için anayasadan yetki almış, demokratik bir kurum olduğunu zannedebilir; oysaki ordunun -1982 Anayasası'na göre bile- tek başına veya başkalarıyla paylaşarak egemenlik hakkı kullanması mümkün değil. Anayasanın tanımadığı bu hakkı bizde askerler, bazı kanunları genişletilmiş yoruma tabi tutarak kendilerini devletin kurucu gücü, koruyucusu ve kollayıcısı görevine tayin ediyorlar. Cumhuriyet devrinde yapılmış üç anayasadan ikisinin doğrudan askerî darbe yönetimleri tarafından sipariş edildiğini hatırlarsak durum daha çok netlik kazanıyor. Demokratik model içinde sakil duran bu uygulama, yıllardan beri Türkiye'yi askerî vesayet altında yoluna devam etmeye çalışan derme-çatma bir demokrasi görüntüsüne mahkûm ediyor; nitekim askerler sıkça -bilerek veya bilmeyerek- kendilerini rejimin teminatı ve bekçisi olarak göstermekten gurur duyduklarını açıklıyorlar.

ORDULAR KİMİ, KİME KARŞI, NİÇİN KORUR?

"Bir devletin ordusu, öncelikle rejimin mi, yoksa halkın ve devletin mi koruyucusu olmalıdır" sorusuna Türkiye'de açık bir karşılık bulunamıyor. Aslına bakılırsa bu soru hiç de karmaşık sayılmaz ve cevabını tahmin etmek güç değildir: Ordular, öncelikle kendilerini vergileriyle finanse eden halkın, kanunlarıyla meşruluk bahşeden yasama organının ve onu sevk ve idare eden devlet cihazının koruyucu teşkilatıdır. Teorik açıdan bakıldığında orduların herhangi bir ideolojinin savunucusu olduğu ülkeler, demokrasiyle başı hoş olmayan rejimlerdir nedense.

Herhangi bir ideolojinin veya rejimin koruyuculuğunu üstlenmenin şöyle bir mahzuru var: Öyle olunca ordunun üst kurmayları mesleklerine ayırmaları gereken enerji ve dikkati, savunma hizmetiyle doğrudan ilgisi olmayan ideolojik problemlere teksif etmek zorunda kalıyorlar. Mesela, rejim ne kadar tehdit altındadır; kurucu ideolojide düşman fikir akımları nelerdir ve nerede odaklanıyorlar, zararlı düşünce akımlarıyla nasıl savaşmak lazım, devleti bu gibi iç ve dış düşmanlardan korumak için nasıl örgütlenmeli vs…

Son yıllarda askerlerin dikkat çekici derecede politikayla ilgileniyormuş gibi görünmelerinin temelinde işte böyle bir değerlendirme bulunuyor. Askerler, mesleklerinin evrensel vecibelerinden ziyade, Türkiye'nin özel şartlarından doğurttukları iç ve komşu düşmanlara hışım yağdırarak ülkeyi savunduklarını düşünüyorlar.

ÖLMEK VE ÖLDÜRMEK SANATI

Dünyanın her yerinde askerler politikaya ilgi duyar ve asker olmayanların yaptığı işe biraz küçümseyerek bakarlar fakat dünyanın güçlü orduları, politikaya ve rejim işlerine fazlaca angaje olmak gibi bir şöhrete malik değildir. Orduların gücü, politik ve entelektüel değerlendirme kabiliyetlerinin derinliği ile değil tam aksine caydırıcılık, yüksek ateş gücü, hızlılık, kararlılık gibi askerî tabirlerle ölçülüyor. Aradaki bağlantı aslında çok açık: Gerçek hizmet fonksiyonundan uzaklaşan orduların muhariplik gücünü koruyabilmeleri eşyanın tabiatına aykırıdır; bir ordunun kıymeti, ondaki muhariplik ruhunun yüksekliği ile mütenasiptir. Savaş ve muharebe ruhu dışında beşerî ilimlerin muhtelif dallarında teori ve pratik yapmaya başlayan toplulukların savaşçılık ve caydırıcılık ruhu aşınır ve geriler. Her asker bu gerçeği bilir, çünkü eline tüfek bile tutuşturulmadan her vatani hizmet mükellefine ilk öğretilen ve unutulmaması istenen düsturu bilmeyen yoktur: Askerlik ölmek ve öldürmek sanatıdır; asker, koruyacağı değer uğrunda ölmeye ve öldürmeye hazır kişidir; hangi değerlerin uğrunda ölmeye ve öldürmeye layık olduğu tali meseledir. Ordu itaat üzerine kurulmuş bir kurumdur. Bu kurumda emirler, yukarıdan aşağıya doğru "mütalaa edilmeksizin" ve derhal uygulanır. Emir mütalaa edilmez ancak üst, asttan bunu ayrıca isterse durum değerlendirmesini andırır bir beyin fırtınası veya mütalaa yapılabilir.

EMRİ MÜTALAA YASAKTIR; ACABA ÖYLE MİDİR?

Söylemek istediğimiz tam da budur işte; orduyu yönetenler, anayasa icabı bağlı bulundukları üst mercilerin davranışlarını (ve elbette emirlerini) mütalaa ile yetinmiyor, onları eleştiriyor, kınıyor, sürüncemede bırakıyor ve hatta parlamento, bakanlar kurulu, başbakan, millî savunma bakanı gibi mercilerin kendilerine danışarak politika geliştirmelerini istiyorlar; hayır, sadece savunma ile ilgili özel meselelerde değil, hemen her konuda söz sahibi ve politik belirleyici olmak arzusu gösteriyorlar; bu arzuya rağmen üstlendikleri siyasi ve hukuki sorumluluk yok derecesindedir. Çünkü Türkiye'de askerler, askerî yargı dediğimiz özel bir koruma kalkanı içinde görev sürdürüyorlar; bu kalkan onlara siyasi işlere müdahale (kinaye, somurtma, azarlama, tehdit) hakkı bahşederken, politik sorumluluktan kurtarıyor.

Böyle olunca yüksek rütbeli bir asker, bir general için politikayla ilgilenmek asli görevin parçası, hatta kendisi hâline geliyor ve onlar da büyüklerinden gördükleri gibi hareket ederek bu mahzurlu geleneği devam ettiriyorlar. Sivil ve siyasi kanattan kimse, "siyasetle ilgilenmeniz bir yere kadar hoş karşılanabilir fakat muhariplik ruhunu entelektüel ve sosyal münasebetlere feda etmeniz son derece yanlıştır" demiyor; tam aksine askerler, solcu olduğunu zanneden ve öteden beri askerî darbeleri desteklemekle geçim yolu bulmuş bir basın zümresi tarafından pohpohlanarak iç politika unsuru hâline getiriliyor.

Bundan sonra ordu üst kademelerinin düzenleyecekleri ilk bilimsel ve entelektüel toplantıda şu hayati meseleyi tartışmalarını hararetle teklif ediyor ve bekliyorum: "Siyaset ve rejim meselelerine karşı çok hassas bir ordunun muhariplik ruhu etkilenir mi; neden, niçin, nasıl?"