Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Hakan Şükür'ü seviyorum. Galatasaray'da top oynaması, geçen yılın gol kralı olması, bu yıl Galler'i 6—4 yendiğimiz maçta dört gol birden atması gibi niteliklerinin de bu hissi yönelişte elbette payı var ama Hakan Şükür'de parlak futbol kariyerinin ötesinde parıldayan şeyler de var; alçak gönüllü, terbiyeli, inançlı ve dürüst bir delikanlı; medyanın yoğun ilgisine rağmen zıvanadan çıkmayışı çok önemli bir not. Sıradan futbolcuların bile yıldız addedilip, kikirdemesinin bile haberden sayıldığı şu çılgın medya dünyasında, bu kadar ilgiye muhatap olduktan sonra 20—25 yaşındaki delikanlıların hâlâ ağırbaşlı davranabilmesi bana sıradışı bir meziyet gibi görünüyor.

Hakan Şükür'ün futbol kabiliyetine ve kariyerine toz kondurmak haddim değil; esasen işini her türlü tenkidi geçersiz kılacak kadar iyi yapan bir futbolcu o. Ben Hakan Şükür'ün gol vuruşlarını dilime dolamak istiyorum; bahşiş atın dişine bakılmaz derler, doğrudur; futbolda gol en büyük avantajdır derler, doğrudur; golün iyisi kötüsü olmaz derler, o da doğrudur ama meraklıları lutfen Hakan Şükür'ün gol vuruşlarındaki ortak stili hatırlamaya çalışsınlar; futbol dilinde "plâse" diye adlandırılan yumuşak vuruş biçimi bu. Hele plâseden sonra topun tıngır—mıngır yuvarlanarak kale çizgisini geçmesi yok mu, benim gol seyretmekten aldığım zevki o dakikada pörsütüyor adeta; "şimdi birisi yetişip top çevirecek" diye ödüm kopuyor.

Ve olmadık golleri atıyor Hakan Şükür, çoğunlukla gol olmaması gereken pozisyonlarda gol atıyor ve tabii sıradan, basit ve "yüzde yüz gol" diye insanın yüreğini ağzına getiren pozisyonlarda genellikle başarılı olamıyor. Her gol atışında Behçet Necatigil'in meşhur mısralarını hatırlamadan edemiyorum;

"Çoklarından düşüyor da bunca Görmüyor gelip geçenler Eğilip alıyorum Solgun bir gül oluyor dokununca..."

Gol vuruşunun bütün lezzetini, meşin yuvarlağın kale çizgisini geçmesinde bulanlardan iseniz sözüm yok; Hakan Şükür'ün attığı gollerin neredeyse yüzde sekseni vuruş ânıyla kale çizgisi arasındaki mesafede insanı kahırdan ihtiyarlatacak kadar "plâse" bir edâ taşıyor ve benim nazarımda "solgun bir gül" değil, "solgun bir gol oluyor dokununca". Ne var ki ben gol vuruşu tercihinde muhafazakâr bir insanım; santrforun toptan "kemik sesi" çıkarmasını bekleyenlerdenim. Golcü topa vurduktan sonra top vınlayarak hızlanmalı ve ağları sert bir darbeyle aniden geriye doğru esnetmeli ki işin tadına varabileyim.

Hakan Şükür'ün her golü, bende çok yönlü bir keyifle birlikte ucundan kenarından mucizeyi andırır "olmadık bir iş" intibaı uyandırarak tıngır—mıngır kale çizgisini geçiyor ve lâf olsun, belki de dedikodu olmasın endişesiyle ağlara şöyle bir temas edip duruveriyor; "solgun bir gol oluyor" ama gol oluyor ve tabela değişiyor. Ne var ki üslûpçu tabiatıma söz geçiremiyorum; kararlı ve emin bir rotada kaleye doğru yollanan vuruşları özlüyorum. Fatih Terim'e talebesi Hakan Şükür'e özel gol vuruşları antrenmanı yaptırmadığı için kızıyorum ve haksızlık ettiğimi biliyorum. Solgun da olsa gol oluyor ve oyunun bütün lezzeti golde düğümleniyor.

Huy canın altındadır derler; belli ki Hakan Şükür bundan sonra da bana saçbaş yolduran "solgun" vuruşlarla yapacak işini; ne yapalım; her güzelin bir kusuru olur. Şükür'ün kusuru bu kadarcık olsun; "nazarlık"tan sayılsın.

Yol türküleri

Uzun yolculuklardan bahsediyorum ve tercihan otomobil ile katedilen şehirlerarası yollardan; öteki ucundan endişe verici ve huzursuz vakıalar beklemeyen, sırf Evliya Çelebi'nin "seyyahat ya Resulallah!" talebiyle çıkılan menzilleri kasdediyorum. Böyle bir yolculuk esnasında seyahat nimetlerini taçlandıran güzelliklerin başında musiki gelir.

Yol arkadaşı mühim; türkülerin sağanak olup içinizden fırtınalarla geçtiği demlerde refakatçinizin bir "tuzluk" ciddiyetiyle kollarını göğsünde kavuşturup tam bir Münasebetsiz Mehmet Efendi soğukluğuyla, "yahu bırak şarkıyı türküyü ciddi şeylerden bahsedelim" gibisinden âhenksizlikler etmesi dayanılır şey midir? Yol arkadaşınız, icabında tek başına lastik değiştirip, elinde bidonla on kilometre ilerdeki benzinliğe piyâdelik etmeye yüksünmeyecek derecede tekellüfsüz, lokantada hesabı ödemek uğruna sizinle boğazlaşmaktan çekinmeyecek kadar ağa tabiatlı ve ömründe hiç türkü söylememiş olsa bile gerektiğinde yüreğinin sesine "rahatt!" komutu verebilecek kertede ehl—i dil olmalı ki yolculuk "hiç bitmese" dedirtecek bir serüven güzelliğine bürünebilsin.

Yeni trafik kanununa ve hıfzısıhha yönetmeliklerine aykırı olduğu ve gençlerde ifsâd edici tesirler uyandırabileceği endişesiyle yol esnasında sigaranın ne denli mühim levâzımdan bulunduğu hususunu mânidar bir sükût ile geçiyorum. Arabanın dahi dişleri dökülmüş bir taka (doğrusu aynı sütunu münâvebe ile doldurduğumuz Beşir Ayvaz'ın geçenlerde elden çıkardığı "Serçedes"i mahzâ böyle bir yol kurdu idi) veya gaz pedalına dokununca arslanlar gibi böğüren konforlu ve hızlı bir binek olmasının ehemmiyeti yok; yürüsün kâfi. Lâkin erbâbı bilir ki yol türkülerinin refakat etmediği bir arabada uzun yollara serilmek, dayanılır meşakkatlerden değildir.

Yol türküleri deyince iki ihtimâl var ortada; ya siz (veya yol arkadaşlarınız) türkü diliyle feverân edecek ya da maksada uygun kasetler tedarik etmeden yola koyulmayacaksınız. Yol bakımı ikmâl edilmiş takaya binip emniyet kemerini taktıktan ve besmele—hamdele ile aklınızı başınıza devşirdikten sonra şehrin son kalıntılarını geçip ufuk çizgisinde dağlar görününceye kadar sabredeceksiniz; "Yolumuz açık olsun" duasından sonra yol türkülerinin saltanatı başlayacak; taze çayı ve kıvamında pişirilmiş bol kolesterollü yemekleriyle mâruf bir kamyoncu lokantasına kadar öyle bir âhenk eyleyeceksiniz ki öyle olur.

"Yol türküleri" dedimse, türküden hazetmeyen eşhasın burulması gerekmez; lezzet meselesidir; kimi Mehterân bölüğüne "has duur" çektirip derûnundaki gazâ hasretinin küllerini üfler, kimi Safiye Aylâ Hanımefendi'nin "Gönül Şarkıları"na baş koyup "bir gençlik masası"nda nasıl yaşlandığına hayıflanır, kimi Albinoni'nin "Addagio"suyla huzur bulurken kimi de, bizim gibi de kırkından sonra vahim derecede iyi türkü söylemeye başlayan Musa Eroğlu'nun "Hozalı Gelin"iyle, "Yolun sonu"nu hatırlatan Karakoç mısralarının doyulmaz güzelliği ile kifâf—ı nefs eyler. "Bu yolda acele etme" ikazına gâhi Gülşen Kutlu'nun hâlâ tınısını arayan tagannisi, gâhi Arif Sağ'ın vasat erkek sesine bilinmedik derinlikler getiren usta yorumu, gâhi Hacı Taşan, gâhi Mukim Tahir, gâhi Celâl Güzelses misafir gelir. Yüksek tepelerin kuytuluğuna gizlenmiş kavak büklüklerinin ferahlığından geçerken sevgili dostumuz Bayram Bilge Tokel'in amansız Yozgat Sürmelilerini anarız da bize bu güzelliği henüz sunamadığı için kaset piyasasının kalantor patronlarına sitemler yollarız. Yol azığımız zengindir; hazırlıklı çıkmışızdır; "zula"da Mükerrem Kemertaş ağabeyimiz vardır, arabesk kasetlerinin arasına hâlâ birkaç akıl almaz "Avşar ağzı" barak ilâve etmeyi unutmayan Halit Araboğlu ve daha niceleri vardır.

Şoför ağzıyla söylersek yollar gitmekle tükenmez ama ancak türkülerle kahrı çekiliyor. Belki siz ömrünüzde yukarda ballandıra ballandıra vasfettiğim yolculuklarda bulunmak fırsatını hiç bulamadınız; ziyan yok: Siz de bir yolcusunuz ve mutlaka sizin de yürek cidarlarınızı tutuşturan yol türküleri vardır. Aslında kamyoncular eksik söylüyor; ömür gibi yollar da tükeniyor ve hepimiz bu esnada kendi "Yol Türküleri"mize tutunarak gidiyoruz.