Şu bizim eski kapı komşularımız

Devlet-i Aliyye siyâseten tasfiye edilirken Osmanlı coğrafyası da sıklet merkezine doğru büzülmekten kurtulamadı.

Anadolu'yu sıklet merkezi olarak kabullenmemiz, hiç şüphesiz hepimizin rahle—i tedrisinden geçtiği Cumhuriyet eğitim ve kültürünün eseridir. 1913'te Rumeli elden çıktığında umur görmüş Osmanlılar, "Devlet—i Osmaniye'nin ciğeri söküldü" tâbirini kullanmışlardı. Onlara göre Osmanlı coğrafyasının sıklet merkezi Rumeli idi. Rumeli'nin yerine Anadolu'yu ikame edişimiz, Cumhuriyeti kuranların çok başarılı oldukları bir zihniyet inkılâbıdır ve genellikle resmî "inkılâplar" arasında zikredilmez. Rumeli coğrafyası, Osmanlıları en derin zaaf demlerinde bile bir dünya aktörü kılıyordu. Anadolu merkezli vatan anlayışımız, coğrafya şuurumuzu Lozan'da çizilen hudutlardan itibaren içine doğru kapanan ve kıvrılan bir evcilliğe (domestic) yöneltti. Cumhuriyet yılları boyunca bu şuur, siyâsî dikkatlerimizi kalıplamış ve kendi içine doğru kapatmıştır.

Birinci Cihan Harbi'nde dünya devleriyle cepheleştik: İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, dolaylı olarak Amerika hasmımızdı, Almanya ve Avusturya—Macaristan müttefikimiz. Yenildik. Savaşı bitiren barış masasında bize lâyık görülen coğrafya Anadolu bile değil, sadece İç Anadolu dolayları idi ama bu barış, bizim için savaşın sonu anlamına gelmedi; bu defa Süveyş'te, Hicaz'da, Galiçya'da, Kafkasya'da değil Nazilli'de, Kars'ta, Bursa'da, Polatlı'da vuruşmamız gereken bir mücadele bekliyordu bizi. Birinci Cihan Harbi bitmişti ve bizim harbimiz hâlâ devam ediyordu. Bu harpte hasımlarımız ne İngiltere idi, ne Fransa veya Rusya. Tâbir caizse evimizin oturma odasında giriştiğimiz bu mücadelede rakiplerimiz eski mahalle komşularımızdı: Doğuda Ermeniler, batıda Rumlar.

Hepimiz "İstiklâl Harbi"mizle gurur duyarak büyüdük. Bu vuruşmanın dünyanın öteki mazlum ve esir toplumlarına misâl teşkil ettiğini terennüm ederek yetiştik. Bazılarımız meseleyi "anti—emperyalist karakterli bir kurtuluş mücadelesi"ne kadar götürdü. Ne var ki iki eski kapı komşumuzla tutuştuğumuz bu savaşın nasıl olup da "anti—emperyalist" karakter taşıdığını çoğu kere düşünmeden kabullendik. Dünya savaşı 1918'in sonbaharında bitmişti, bizim kurtuluş savaşımız ise 1920 yılının kışında başladı. Dünya tarihi zaviyesinden bakıldığında bu çatışmanın "lokal" niteliği ayan—beyan belliydi. Harbin ilk yıllarında İtalyanlar ve Fransızlar'la mahalli direnişler hariç tutulursa düzenli ordu çatışması bazında karşı karşıya gelmeden bu güçlerin çekildiğini gördük. İngilizler 1918 sonlarında tek kurşun atmaksızın işgal ettikleri İstanbul ve havalisinden Yunan işgaline manevi destek vermekle iktifa ediyorlardı. 1919 yılının sonunda Doğu cephemizde asayiş berkemâldi ve Rus işgalinden destek alarak bölgede taşkınlık yapan Ermeni kuvvetleri tez zamanda sindirilmişti. Böylece o günün şartlarında daha güçlü ve daha organize düşmanla, yani Rumlarla Batı cephesinde göğüsleşebilme fırsatını bulabilmiştik.

1828'de Bağımsızlığını ilan etmiş, ancak "Düvel—i Muazzama"nın müşfik himâyesiyle vücut bulabilmiş olan Rumların Devlet—i Aliyye'nin savaş meydanında ilk defa muhatap kabul edilmesi 1897 tarihine tesadüf eder. II. Abdülhamid'e ömür boyu gururla taşıdığı "El Gaazî" lakabını bahşeden bu harp neticesinde Osmanlı kuvvetleri Yunan ordusunu Dömeke'de bozmuş ve Atina da dahil olmak üzere bütün Yunan toprakları savunmasız kalmışken araya giren Düvel—i Muazzama faktörü ile iş tatlıya bağlanmıştı. Bu mağlubiyetten sadece 22 sene sonra koca Adalar Denizi'ni "amfibi" gibi kompleks bir askeri harekatla geçerek İzmir'de köprübaşı tutan, ardından Batı Anadolu'ya tâ Haymana ve Polatlı'ya kadar yayılma imkânı bulan Yunan kuvvetlerinin başarısı elbette İngiliz desteği olmaksızın tek başına izah edilemez. Yunan kuvvetleri Anadolu'da üç yıldan fazla bir süre tutunabildiler. Askerlik sanatında hiçbir kariyere sahip bulunmayan Yunan kuvvetlerinin Anadolu gibi geniş bir kıtada, üstelik ana ikmal merkezinden gittikçe uzaklaşan bir kara harekâtını yürütmesi elbette kolay olmadı. Özellikle İngilizler'in 1921 yılında istihbarat desteğini bile geri çekmesiyle âdeta TBMM orduları ile başbaşa kalan Yunan ordusu için ric'at ve hatta kahredici bir yenilgi artık bir ihtimâl olmaktan çıkmıştı. Bu esnada Yunanistan'ın iç politikada hayli sancılı dönemler geçirdiğini biliyoruz.

Bize gelince: Artık anayurttan binlerce kilometre uzaklıkta birden fazla cephede cihan devleriyle boğuşabilen bir Osmanlı ordusundan elbette bahsedilemezdi. Yorgunduk, yeni ve büyük çapta askerî harekâtı destekleyebilecek maddi ve manevi desteklerden mahrumduk ve özellikle "Mütâreke" patırdısında Yunan işgalini İzmir'de göğüsleyecek bir enerjiden mahrumduk ama anayurdumuzda çarpışmanın ve anayurdu müdafaa etmenin avantajı bizden yanaydı. Biz bekleyebilirdik; harbin soğuduğu 1921 yılında biz güçlenirken Yunan güçleri hem askeri, hem politik hem de stratejik açıdan durmaksızın zayıflıyordu. Derlendik, toparlandık ve Yunan Ordusu'nu bozup dağıttık.

Bu savaşa "İstiklâl Harbi" (*) adını vermiş olmamız aslında döğüştüğümüz Yunan güçlerini gururlandırmaktan başka anlam taşımaz. Ne var ki Anadolu'yu düşman işgalinden kurtarma başarısını göstermek, bizim için verilen mücadelenin marjinal kıymetini yükseltiyordu. Yenilseydik bizim için durum fecî olacaktı; yendik ve Anadolu'yu, yani evimizi elde tuttuk. Teknik açıdan bu savaşın adı "Yunan Harbi" olarak isimlendirilmeliydi ve biz savaşta Yunanistan'ı adeta tek elle yenmiştik. Harbin bizim açımızdan zaferle sonuçlanması elbette içerde çok önemli siyasi sonuçlar doğurdu: Osmanlı Devleti tarihe karıştı, rejimimizi değiştirdik ve yeni jeopolitik denge içinde kendi statümüzü inşa ettik. Bu önemli dönüşüme yol açan savaşın siyasi anlamda abartılmasını bir dereceye kadar anlayışla karşılamak icab eder ama şurası unutulmamalı ki Türk toplumu bağımsızlığını Yunanistan'ın elinden zorla kopararak almadı; esasen bağımsızlığımızı hiç kaybetmemiştik. Daha "kongreler" zamanından beri Türk toplumunun kendi kaderini tayin hakkı, "Heyet—i Temsiliye" tarafından titizlikle korunmuş ve fiilen kullanılmıştı. 23 Nisan 1920'de ise yeni bir devlet kurmuştuk; ordusuyla, meclisiyle, hükümetiyle, vergi memurları, mahkemeleri ve idari teşkilatıyla tam bir devlet. Bu gerçek gösterir ki istiklâlimiz bu zaman zarfında asla başka bir ele geçmiş değildi. İşgalci bir kuvveti kendi coğrafyamızdan kovmakla siyâsî mânâda istiklâl kazanmak elbette birbirinden çok farklı şeylerdir.

İngilizler 1922 yılı Ekim'inde İstanbul'u yine tek fişek yakmadan tahliye edip gittiler. Savaş esnasında TBMM Orduları'nın İngilizler'le yüzyüze geldiği tek yer, İzmir'in işgalinden sonra kuzeye yönelen kuvvetlerimizin Çanakkale'deki müstahkem mevkiilerde bulunan İngiliz güçleriyle kurduğu temastır. Bu temas esnasında ilk planda çarpışma ihtimali belirmişse de daha sonra görüşmeler yoluyla çatışma bertaraf edilmiş, bir ay sonra da İngilizler Türk topraklarından çekilmişlerdi.

Bu yakın tarih özeti, resmi versiyondan hayli farklı bir anlatım teşkil ediyor. Bazılarının pek sevdiği gibi, "Yakın tarihimizin bilinmeyen yönlerine ışık tutmak" gibi bir iddia mevzubahis değildir; yukarda kaynak göstermeksizin kullanılan bilgiler okullarda hâlâ okutulmakta olan ders kitaplarında yer almaktadır. Aynı bilgiler farklı sebep—sonuç ilişkileri kurularak tekrarlanmış ve resmi anlatımdan farklı bir manzara ortaya çıkmıştır. Bu manzaranın ana hatlarında görülen gerçek şudur: XX. Yüzyılda biz şüphesiz Anadolu'da verdiğimiz Yunan Harbi'nden daha kapsamlı, daha büyük savaşlara girdik ama Yunan Harbi'nin kazanılmasıyla ortaya çıkan siyâsi tablo, bizim açımızdan çok önemliydi. Bu savaşta doğrudan "Düvel—i Muazzama" güçleriyle değil, onların manevi ve siyasi desteğini kazanmış "eski kapı komşuları"mızla mücadele ettik: Bunlar Rumlar ve Ermenilerdi.

Lozan Sulhu'ndan sonra eski kapı komşularımıza "azınlık" statüsü verildi ama azınlık statüsü fiilen İstanbul'da câri idi. Anadolu taşrasındaki Ermeni ve Rumlar zaman içinde Anadolu'yu terkettiler: Tehcir esnasında Anadolu'daki Ermeni nüfusu zaten hayli azalmıştı. Özellikle Batı Anadolu'da meskûn Rum nüfusu ise "Mübadele" çerçevesinde Anadolu'dan çekilerek büyük çoğunluğu Yunanistan'a muhaceret etti. İstanbullu Rum ve Ermeniler ise azınlık statüsü ile çoğunluğu İstanbul olmak üzere İzmir, Mersin, İskenderun gibi şehirlerde yaşamaktadırlar.

Belki de Milli Mücadele'de göğüs göğüse geldiğimiz başlıca iki hasmımızı teşkil etmeleri, hatta bir anlamda "Pax Ottomana" yani Osmanlı sulh ve selâmetine ettikleri sadâkat yeminini çiğnemiş olmalarının bizde uyandırdığı acı ve aldatılmışlık hissinin burukluğu yüzünden azınlık statüsünde "Türk vatandaşı" da olsalar Rumlara ve Ermeniler'e bakışımızdaki resmî kırgınlık hâlâ devam ediyor. İşin içinde o günden beri hâlâ bastırmaya muvaffak olamadığımız bir tedirginlik de yok değil; acaba yeni bir "ihanete uğrama korkusu" denilebilir mi buna?

Eski tâbirle buraya bir "mum" yapıştırmanızı rica ediyorum; Devamı, nasipse onbeş gün sonra.

(*) İstiklâl Harbi tabiri yerine benim tercih ettiğim isim "Kuvayı Milliye Harbi" veya daha yaygın ve güzel bir ifâdeyle "Milli Mücadele"dir.


Kaynak (Arşiv)