Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Soru: Türkiye'de siyasetçi sınıfı, seçmenine nasıl hitab eder? Cevap: Tabii ki "sen" sigasıyla. Bu siga, kabalıktan çok samimiyet iddiasındadır; arkadaşlık, ahbablık, yârenlik ve yakınlık tesis etmeyi amaçlar.

Siyasetçi zanneder ki, "siz" diye hitab ettiğinde "Anadolu insanı" bu hitab şeklini, araya mesafe koymak biçiminde algılayacaktır; halbuki o, içimizden biridir, bizimle aynı seviyededir ve uzaydan, Amerika'dan filan gelmemiştir. Siyasetçi, seçmenine "sen" sigasıyla hitab eder ve böylece seçmeniyle aynı dilden konuştuğunu sanır. İcabında o yer sofrasına oturup tarhana çorbasına bile kaşık sallayabilen, kucağına uzatılan pasaklı, sümüklü bebeleri sanki torunu imiş gibi bir edâyla yadırgamadan öpüp koklayan, insanların elini çekinmeden sıkan ve onlarla kucaklaşan insandır. "Sen" sigası, politikacı nazarında seçmene elle dokunmaktır; ensesine, omzuna veya göğsüne teklifsizce dokunmak. Siyasetçiler, seçmene dokunmayı tılsım gibi sayarlar; dokunabilirseniz mesafe kalmayacaktır; ten, elin sıcaklığını hissedecek ve bu temastan yayılan elektrik dokunanla, dokunulan arasında bir sempati akımı meydana getirecektir. Hayır, siyaset esnafımız, siz denilmesi gerekenlere "sen" diye hitab edecek kadar görgüsüz ve erkânsız değildir. Hiçbiri, kendinden mâfevk mevkiide insanlara "sen" diye hitab etmez, elense çekmek üslubunda dokunmaya cesaret edemez; mesafeyi saygıyla ayarlar ve hayranlığını hissettirir.

Seçmen "siz" değildir; "sen"dir; kısaca "sen"

"Siyasi dolandırıcılara inanma! Suça ortak olma! Gel yanıma! Partine sahip çık!"

Yanlış anlıyorsunuz; lider, burada emir sigası kullanmak niyetinde değildir; o sadece samimi olmaya çalışıyor; yirmi senedir görmediği askerlik arkadaşı ile karşılaşmış ve bu yirmi senede sosyal statü itibariyle ikisinin arasındaki mesafe açılmış; meselâ birisi zengin olmuş, diğeri amele. Zengin, amele kılıklı arkadaşına "siz" diye seslense, askerlik arkadaşı darılacak; "zenginleşince burnu büyümüş" diye düşünecek; bu intibayı vermemek için derhal temas üstünlüğünü ele alarak ona "sen" diye hitab ediyor lâkin Türkçenin garip cilveleri var: "Gel yanıma", hem samimi bir rica, hem emir gibi algılanabilir; bu noktada üslup tutturmakta zorluk çekiliyor.

Aynı şeyi devlet de yapar: "Vatandaş, seçmen kütüğündeki yerini kontrol ettin mi? Anayasal hakkına sahip çık vs.". Ey devlet, vatandaş senin mahalle arkadaşın mıdır, yoksa yakın akraba mı olursunuz? Nedir bu senli"benli sahte samimiyet hitapları? "Çocukları aşılattırmayı unutma!"; emredersiniz efendim, başka? "Çimlere basma, çiçekleri koparma!" Hay hay; zaten biz çimenlere basıp çiçekleri yolmak için tabiatından gelen dürtüyü bir türlü yenememiş bir toplumuz, hatırlatmasaydınız basacaktık caanım çimenlere.

Her seçim öncesi, siyasi partilerin seçmene bir dizi "vaad" takdim etmesine ne buyrulur? "Bundan daha tabii ne olabilir, elbette vaad edecekler" diye düşünebilirsiniz ama bu siyasi vaadlerin üslubu "Yalancı Çoban" hikâyesine döndü; ne ciddiyeti kaldı, ne de heyecan uyandırabiliyor. Hele, iktidar olmak şansları sıfıra yakın derecede zayıf bazı partilerin liderleri var ki, resmen yalan söylüyorlar, resmen yalan (bu noktada "yalan" kavramına geliştirilen ahlâkî barajların nasıl kolayca yıkıldığına dikkat etmeli; roman çapında bir mesele vallahi): "İktidara gelelim, bütün lise mezunlarını üniversiteye yerleştireceğiz, evsizlere ev yapacağız", "Üniversite sayısını dörde katlamazsam bana da felankes demesinler". Kafa, her lise mezununun üniversiteye girmesiyle problem çözülebileceğini zanneden kafadır ve onun ufku, her lise mezununu bir fakülteye yazdırmak noktasında tükeniyor. Üniversite sayısını dörde katlarsanız ne olacak, bu konuda hesap yapmış olabilir misiniz? Bina yaptırabilirsiniz, içini insanlarla da doldurabilirsiniz ama üniversite olmaz; nitekim olmuyor işte. Velev ki oldu, iş biter mi? Hayır, iş orada başlar. Dört üniversite mezunundan üçü işsizdir bugün. Çalışanların ekseriyeti de aslında istemedikleri alanlarda üç"otuz maaşa talim ederler.

"Falancayı istiyor musunuuz? İstemiyorsunuuz! O zaman şunu şöyle yapalım mıı? Yapalım değil mii? Öyleyse yemin edin bakayıım!" Üslup bu; kalabalıklar çocuk; bunlar da sanki ana okulu öğretmeni.

"Gelin, AB üyeliğini tehlikeye atmayın" buyurmuş bir başkası; üslup aynı, "Ameliyatlı hastayı acemi doktora emanet etmeyin"; emredersiniz sayın vekilim; emirlerinizi yerine getirdikten sonra sütlü kahve servisi yapmamızı da ister misiniz? Diğer bir başkası da kalabalıklara hitab etmenin yegâne biçimini senli"benli konuşmak zannedenlerden: "Bunları sandığa doldurun." Tabii efendim, ne demek, siz emredersiniz biz de gereğini yerine getiririz.

Siyasetin dili bu işte; siyasi retoriğin zihnî ve psikolojik arkaplanında işte böyle bir sahte samimiyet inşâsı var; bu tabloda seçmen, aslında saygıya lâyık bir şahsiyet görüntüsü vermiyor zira tez kurulan samimiyetlerde saygı, gecekondu inşaatlarında olduğu gibi daima sonradan hatırlanan bir altyapı unsurudur. Politikacılar bizi çok sevdiklerini tekrarlayarak "sevgi" anafikrine abanıyorlar ama saygısız sevgilerin ömrü yoktur.

Düşündükçe aklıma kötü şeyler geliyor; ne yani; yoksa biz saygı gösterilmeye lâyık değil miyiz filan gibi kötü şeyler!..