Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Sonuç teknik açıdan mükemmel: Hükümet elinden geleni yaptı, Tayyip Erdoğan kapı kapı gezerek işe nasıl ciddiyetle sarıldığımızı anlattı, basın Kopenhag'a taşındı, Cumhurbaşkanı, "Bunlar samimi değiller, gitmeme gerek yok" deyip devlet başkanlığının ağırlığını korudu, Rauf Denktaş'ın "tam da o günlerde" hafif bir sağlık problemi zuhur etti, polis daha önce Kızılay'ın göbeğinde öğrenci pataklayarak mesele üzerinde ne kadar duyarlı olduğunu göstermişti, hatta Mr. Bush bile Kopenhag'a İngiltere üzerinden, "alın şu Türkiye'yi canım, idare ediverin" mesajı yolladı.

Avrupalılar ise, "2004 Aralık'ında gelin vaziyeti yeniden gözden geçirelim" dediler, içimizdeki AB taraftarları, "moralimizi bozmayalım, doğru yoldayız; Türkiye kendi dinamikleriyle çağdaşlaşmayı beceremediği için AB'ye mahkumuz" lâflarını tekrarladı. Sonuç teknik açıdan mükemmeldi; olması gereken oldu, mucize olmadı. Herkes elinden geleni ve yapması muhtemel olanı yerine getirmekte kusur göstermedi.


Bu konudaki sezgilerimin bir kere daha doğrulanmış olmasından memnun değilim: Öteden beri kabaca, "ne bizi alırlar, ne de biz gireriz" düşüncesindeyim.


Bizim cumhuriyetimiz liberal karakterde kurulmadı, aksine radikal ve bükülmez bir yönetim anlayışı üzerine bina edildi. Cumhuriyet radikalizmi, kendisini devam ettirecek kurumları da inşa etti ve bu kurumlar, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne "ezkazâ boş bulunup girmesi veya kabul edilmesi halinde" cumhuriyetimiz "taşfırın erkeği" karakterinin hızla "softlaşacağını", yumuşayacağını ve liberalleşeceğini iyi biliyorlar.

Onları ikili bir dil kullanmaya sevk eden yegâne sebep, Cumhuriyet'in kurucuları tarafından konulmuş bulunan "muasır medeniyet seviyesine erişmek" lüksüdür ("ülküsüdür" diyecektim, dilim sürçtü). Türkiye'nin muasır medeniyet seviyesine doğru koşturulması için yönetimde sert üslup kullanmak gereken devirler geçti; muasır dünya sertlikten hoşlanmıyor; bizim devlet seçkinleri ise hem muasır medeniyete erişmek, hem de "taşfırın cumhuriyet" niteliklerini muhafaza etmek istiyorlar. E, bunun açıkça dile getirilebilecek bir fikir olmadığı meydandadır. İşte bu durumda "ikili dil" kullanmak zarureti hâsıl oluyor; kendi toplumuna karşı cumhuriyetin ilerici, laik ve demokratik karakterini korumak için sert yönetim üslûbunun en iyi tercih olduğunu dayatırken "muasır dünya"ya karşı, "biz size kavuşmak için can atıyoruz ama siz iki yüzlü davranıyor, armudun sapı üzümün çöpü hesabı yapıyorsunuz" demek zorundalar. Kısaca ifade edilirse, "Türkiye'nin kendine mahsus özel şartları var" edebiyatı yani.

Hamâkat ve meclûbiyet derecesinde AB taraftarları işte açıkça söylüyorlar, "Türkiye'nin iç dinamikleri yoluyla çağdaşlaşması mümkün değildir; AB, Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana önümüze çıkan en büyük tarihi aydınlanma ve rönesans fırsatıdır"; bu sözleri sarf ederken kendi toplumlarını nasıl aşağıladıklarının farkında bile değiller. Cumhuriyetin radikal özünü, "taşfırın erkeği" karakterini ve devletin içinde kendini sürdürecek ideolojik mekanizmalarla tazelenen devlet seçkinlerini etkisiz hale getirmek için açıkça Avrupa Birliği'nden medet umuyorlar. Batı dünyasının siyaset seçkinlerine, "biz adam olmaya olmayız, eğer bizi oryantasyon kursuna kabul ederek himâye ederseniz o başka" demeye getiriyorlar. Bu tutuma "Yeni Mandacılık" ismini verebiliriz; 1919'un mandacı aydınları da üç aşağı"beş yukarı aynı (iyi) niyetleri seslendirmişlerdi. Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana mütemadiyen seçim kazandığı halde radikal cumhuriyet taraftarları tarafından sistematik tarzda engellenen liberal"muhalif siyasi cereyanı da yeni manda taraftarları arasında sayabiliriz; biraz ürkek ve mahcup bir tavırla olsa bile, onlarda da AB'nin sırtından sistemi liberalleştirmek ümidinin izlerini görmek mümkün.


Bir de AB muhalifleri var tabii; ne yazık ki onlar, kendilerini taşfırın cumhuriyetçileri ile aynı safta mütalaa olunmaktan kurtaracak bir dil kullanacak erginliğe erişemediler; Türkiye'nin sırf kendi dinamiklerini harekete geçirmek suretiyle "AB'ye sığınma ihtiyacı hissetmeksizin" çağdaşlaşabileceği tezini kimselere anlatamadılar: Siyasi temsilleri yok denecek kadar zayıf, siyaset ve basın dünyasındaki etkileri cılız, dillerinde bir rekâket!


Şimdi aklıma geldi; muzırlık parayla değil ya: Avrupalılar, "Kıbrıs'ın tamamı sizin olsun, yeter ki AB'ye girmeyi kabul edin" demiş olsalardı ne cevap verirdik dersiniz?


Uzuuuun bir sükût olurdu!