Türk Milli Eğitimi, intikam rövanşında mı?

Enine boyuna düşünüp tartmadan kabullendiğimiz "müteârife"ler, zaman zaman düşüncenin verimliliğini kısırlaştıran tuzaklara dönüşebiliyor: "Eğitim"in kime, ne zararı vardır?

En büyük düşmanımız cehâlet ise cehâletin ilâcı eğitim değil midir? Eğitime verdiğimiz anlamın birden çok cinsiyeti var: insanı edeb ve terbiye sahibi kılmak, genel kültür kazandırmak, mesleki bilgiler vermek veya hepsi birden: Bir insan inşâ etmek, şahsiyeti yoğurmak. Hangisi doğru; bu ihtimallerden biri veya cümlesi vârid ise, kim, kimi hangi istikamette ve nasıl bir müfredat ile eğitecektir?

Eğitime başlama çağı klasik usûlde beş yaş idi, şimdi yediye yükseldi. Yedi yaşındaki bir çocuğu şöyle veya böyle eğitmek, nereden bakılsa o çocuğun geleceğine, karakterine ve temel tercihlerine müdahale anlamı taşıyor; bu durumda "eğitme hakkı" ile "eğitim görme hakkı" gibi birbirinden çok farklı iki kavramla karşılaşıyoruz. İlk eğitim müessesesi aile; çocuğumuza birşeyler öğretirken onun adına karar veriyor ve onu kendi iyilerimiz istikametinde biçimlendirmeye gayret ediyoruz: Buna hakkımız var mı? İkinci eğitim müessesesi devlet; temel eğitim mecburi. Yedi yaşındaki çocuğumuzu devletin okullarına ve müfredâtına teslim ettiğimizde de zımnen devletin belirleyiciliğini kabullenmiş oluyoruz. Devletin, küçük yurttaşlarını eğitme hakkının da tartışmaya açık tarafları var: Egemenlik hakkı, devletin tebaasını öngördüğü biçimde kalıplamasına kadar uzanabilir mi?

Meselenin "din eğitim" boyutu, daha çok problemli. Din eğitimi kavramı aldatıcı çünkü mevcut dinler hakkındaki mukayeseli bir altyapı bilgisini ihtiva etmek yerine, pratikte belirli bir dinin esasları hakkında eğitim vermek maksadına yöneliyor. İşte can yakıcı sual: Evladımıza din eğitimi verirken onun "din"ini de tayin ediyoruz. Bir dinin tercihi kağıt üstünde elbette hür vicdan gerektirir. Hür vicdan ve akıl olgunluğu, genellikle onsekiz yaş civarında teşekkül ettiğine göre çocuklarımıza daha erken yaşta din eğitimi verirken onun adına belirleyici olmuyor muyuz ve onun adına böyle bir tercihte bulunma hakkımız var mı?

"Bu kadar liberallik de fazla" diye öfkelenebilirsiniz; anlarım ama birlikte düşünmeye çalışalım: Mâlumdur ki İslâm itikadına göre her çocuk mâsum ve İslâm fıtratı üzre doğar, bilahere ebeveyninin dinini benimser. Bu kabule göre Müslüman ana—babadan doğanlar da mâsum ve İslâm fıtratı üzre doğdukları için onlar da ebeveyninin dinini benimsemekle tercih haklarını kullanmış olmazlar; dolayısı ile Müslüman ebeveynden doğan bir çocuğun veya gencin, büluğ çağında "din"ini seçmesi gerekir.

Bu akıl yürütme biçiminin çok yadırgatıcı olduğunu farkediyorum fakat sırf ebeveyni tercih ettiği için, hayatının hiçbir ânında hangi dini kabul edeceğini kendi nefsinde sorgulamayan ve daha vahimi ömür boyunca böyle bir tercihi kendisi için problem haline getirmeyen kimse, aslında "atalarının dini"ni benimsemiş değil midir? İslâm tarihinden hatırlayacaksınız; Efendimiz, Mekkelileri İslâm'a davet ettiğinde, onun ahlâkı, edebi ve hatta tebliği hakkında hiçbir itirazı olmayan Mekkeliler, O'na, "atalarımızın dinini nasıl terkederiz?" mantığı ile itiraz etmişlerdir.

Ataların dini?

"Ataların dini" argümanı hiç de hafife alınmamalıdır çünkü "Ataların dini", çocuğun henüz akli ve vicdani melekelerini kullanamadığı bir çağda, ona, ebeveyni ve çevresi tarafından dünyanın en tabii şeyiymiş gibi telkin olunmuştur; siz buna "eğitim" de diyebilirsiniz. İşte "eğitme hakkı"nın nasıl bir hak olduğu yolundaki itirazım bu sebebe dayanıyor.

Yanlış hareket ediyorsam vebâli boynuma ama konu açılınca nazımın geçtiği gençlere bu paradoksu bulaştırarak şöyle yapmalarını hatırlatıyorum: "Evet, bizim dinimiz İslâm'dır; bu dinin "Hak" din olduğunu çocukken aldığımız telkin ve terbiye ile biliyoruz ama bu kemâle ulaşmış şuurumuzun irâdî tercihi değildir. Halbuki insan, dinini hür irâde ve akıl ile seçmeli, hattâ mevcut dinleri incelemeli, mukayese yapabilecek derecede 'din kültürü' ile kendini techiz etmeli ve yine aynı kanaati taşıdığına inanırsa yeniden Kelime—i Şahâdet getirerek tam bir şuur ve tahkik ile yeniden İslâm'ı kabul etmelidir."

"Kızı gönlüne bırakırsan ya davulcuya kaçar, ya zurnacıya" endişesine kapılıp yakınımızdaki insanları kendi akıl ve şuurlarıyla sağlıklı karar alamayacakları zehabı ile vicdânî baskı altına almak doğru olur mu? Ne var ki, daha üç—beş yaşlarında iken ebeveyn tarafından çocuğa verilen dini telkinin yanlış bir davranış olduğunu da kimse söyleyemez zira bu bir anlamda tabiata karşı direnmek olur. Kağıt üzerinde yazılı olmasa da ebeveyn bu hakkını kullanır ve evladına kendi dinini telkin eder; ne var ki ebeveynin bir diğer vazifesi, büluğ çağına gelmiş evlâdına, dinini "yeniden" ve bu defa hür vicdan ve şuur ile seçmeyi mümkün kılacak bir bilgi altyapısını sunmak değil midir?

Eğitim her derdin çaresi değildir

Hizbülvahşet hadisesi sebebiyle din eğitimi meselesi yeniden gündeme geldi; bu vesile ile bazıları İmam—Hatip Okulları'nın kadük hale getirilmesinin zararlarını hatırlattı, kimilerince ise hâl—ı hazırda verilen din eğitiminin yetersizliği tenkid edildi. Tenkidler genellikle din eğitiminin yoğunluğu hakkındaydı; "kalitesi" hakkında değil. İmam—Hatiplerin kapatılması büyük mağduriyetlere yol açtı ama lise eğitimine "paralel" olarak tasarlanan İmam—Hatiplerin zamanla "alternatif" biçimini alması yanlıştı ve bu yanlışlığın bütün vebâli, sanıldığı gibi İmam—Hatiplere rağbet eden öğrenci velilerinde değil, "Milli Eğitim"i tasarlayan, biçimlendiren ve yürüten kamu otoritesine aitti. Orta öğretimde büyük yanlışlar yapan kamu otoritesi, zamanla hatalarını İmam—Hatiplerle telafi etmeğe çalıştı ve yanlışı büyüttü. Doğru olan orta öğretimin kalitesini yükseltmek, bunun için her türlü bütçe fedakârlığında bulunmaktı; devlet bunun yerine çareyi kendi eliyle "alternatif" kanallar inşâ etmekte buldu; şimdi bir yanlıştan dönüldü ama diğer yanlış görmezden geliniyor.

İmam—Hatiplerin uygun bir zamanda yeniden ihyâ edilmesi tasavvurunu şahsen isabetli bulmuyorum. Mesela "Hizbülvahşet" cinsinden dini taassubun eseri gibi görünen cereyanları engellemekse, bu maksada ancak topyekûn milli eğitimimizi ciddi bir problem olarak kabullenmekle erişilebilir; Hizbülvahşet faciası ile İmam—Hatiplerde verilen din eğitimi arasında menfi veya müsbet mânâda irtibat kurmak yaklaşımı hatalıdır, yani Hizbülvahşet, İmam—Hatipler battal hale getirildiği için yeşermiş olmadığı gibi İmam—Hatipleri yeniden ihyâ etmekle dini taassubun söneceğini beklemek de doğru değildir; teşhis yanlış olursa tedavinin kâr etmesi ancak tesadüfe bağlı kalır.

Eğitimimiz iflâs etti; hâlâ görmeyecek miyiz?

Eğitim kavramına eğilmek daima felsefî bir spekülasyon yapılmadan bu kavrama yüklenen beklentiler boş çıkmaya mahkûm. Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu günden beri eğitime sûretâ büyük ehemmiyet verdi, hatta eğitim yeni bir toplum ve yeni bir insan inşâ etme projelerinin vâsıtası olarak da kullanıldı. Artık serinkanlılıkla söyleyebiliriz ki bu yaklaşımın yanlışlığı saklanamayacak hale gelmiştir. Eğitimimiz kalitesiz ve yetersizdir; hatalı istikametlere yönelmiştir ve özel eğitim kanallarının işlemeye başlamasıyla devletin verdiği eğitimin iflâsı âdeta belgelenmiştir. Bırakınız ortaöğretimi, üniversitelerimizde bile müthiş bir itibar ve kalite kaybı yaşanmaktadır. Cumhuriyet yönetimi yıllarca resmi ideolojiyi, çağdışılığı çoktan tescillenmiş yavan bir Pozitivizm'i yerleştirmek için didindi; bu eğitim süreçlerinden geçen milyonlarca genç, bugün çaresiz, ilimsiz, mesleksiz yığınlar halinde toplum ahengini ve geleceğimizi tehdid ediyor. Hizbülvahşet katliamcılarını din eğitiminin yetersizliği ile izah etmek bugün kolay görünüyor; öyleyse devlete ve millete onbeş sene boyunca kan kusturan PKK katliamcılarını, sair aşırı sol terörist örgütlerin varlığını nasıl açıklayacağız; meselâ bu problemi "düz lise"lere ihâle ederek kendimizi iknâ edebilir miyiz?

Görünen o ki, eğitim kavramını fazlaca kurcalamış, ona fazlaca yüklenmiş ve neticede lâçkalaştırmışız. Bu duruma pek yakışan bir anekdot hatırlıyorum: Vaktiyle bir batı ülkesinde hakimin biri emekli olup günlerini muhteşem kütüphanesinde geçirmeye başlamış. Günün birinde üst raflara dizdiği ağır kanun kitaplarından birini almak için kullandığı merdiven devrilince hâkim, tepesinden aşağı inen kitapların ortasında hayli zaman kendine gelmek için sızlana sızlana yattıktan sonra doğrulmuş,

—Böyle olacağı belliydi demiş, "vaktiyle kanunları ben çok çiğnedim; onlar da şimdi beni çiğneyerek intikam alıyorlar.

....

Bilmem farkında mısınız, başta eğitim olmak üzere, Türkiye'yi daha medeni, daha batılı, daha müreffeh hale getireceğini umarak kıra—döke tatbikata konulan pek çok toplum mühendisliği heyecanı bugün hepimizden intikam alıyor.


Kaynak (Arşiv)