Türk toplumu, 'öncü'lerinden daha demokrat

‘Abdülhamid’i tahtından alaşağı eden İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Abdülhamid arasında nasıl bir ideolojik fark vardı?” sorusunun cevabını bulmak kolay değildir. İttihatçılar, Abdülhamid’i sansürcü, müstebid ve zalim olmakla itham ederek iktidara gelmişlerdi; Abdülhamid ise İttihatçıları tedbirsiz, aceleci ve tecrübesiz olmakla suçlamış olsa gerektir. Bu iki retorik arasında ideolojik bir ihtilâf yok. İttihatçılar, vaktiyle Abdülhamid’in kullandığı politik ve idari araçlara müracaat etmekten çekinmemişlerdi. Baskı ve sansürden şikâyetlenen İTC’nin, birkaç yıl geçmeden baskı ve sansür uygulaması sadece İTC’nin belkemiksiz olmasını göstermez, temeldeki kavganın iktidara sahip olmak mücadelesi olduğuna da işaret eder.

İktidar mücadelesi kavramı, siyasi tarihin en köklü, en eski ve şüphesiz en önemli kavramı; ideolojik düşünceye şartlanmış zihinler için bu olguyu tekil hâlde ve çıplak fark etmek kolay değil. Bizler çoğunlukla iktidar mücadelesinin hangi fikirlerle, hangi bayrak ve sloganlarla yürütüldüğüne dikkat kesilir, ayrıntılara yoğunlaşırken esası gözden kaçırırız.

Bu nazarla baktığımızda Cumhuriyet’in kurucuları ile İttihatçılar, palas-pandıras ülkeden kovulan Osmanlı Hanedanı ile İttihatçılar ve Cumhuriyetçiler arasında da bir dünya görüşü, bir ideolojik yarılma göremeyiz: Batıcılık, Osmanlı yöneticilerin son bir buçuk asrına damgasını vurmuş ve fikirlerini büyük ölçüde belirleyerek tektipleştirmiştir. Belki de temeldeki bu beraberliğin gözden silinmesi ve dikkatlerin başka unsurlara yönelmesi arzusuyla Cumhuriyet’in kuruluşu esnasında genelde Osmanlı kavramına ve tarihine, özelde ise Osmanlı Hanedanı ve Osmanlı kültürüne karşı bir kötüleme kampanyası açılmak ihtiyacı hissedilmiştir. Cumhuriyet yönetimine karşı yönelmesi muhtemel tenkid ve itirazlar ise, umumi bir “gericilik” suçlamasına sarılmış; padişahçılık, saltanat taraftarlığı, hilafetçilik, ümmetçilik ithamı ile göğüslenmeye çalışılmıştı.

Hakikatte ise Osmanlı Hanedanı mensupları, en az İttihatçılar veya Cumhuriyetçiler kadar Batıcı, liberal, modern hayat unsurlarına düşkün ve taraftar insanlardan oluşmaktaydı; bu demektir ki son dönem Osmanlı yöneticileri ile ilk dönem Cumhuriyet yöneticileri arasında anafikir itibariyle bir ihtilâf söz konusu değildi.

Halk, bu iktidar denkleminin içinde hiç yer almadığı hâlde en temel itiraz ve eleştirilerinde bile daima gerici, saltanatçı, hilafetçi, ümmetçi oldukları ithamıyla yüz yüze kalmış; üstelik ilk serbest genel seçiminde yeniden gerici, padişahçı, ümmetçi siyasete meyledeceği varsayımıyla demokratik haklarını kullanmasına engel olunmuştu.

Hâlbuki halk da kendisini yöneten Batıcı sınıf kadar iyi yaşamak, adam yerine konulmak, doğru-dürüst eğitim görmek, refaha kavuşmak ve yönetime katılmak istiyordu. Nüfusunun yüzde 90’ı köylerde yaşayan, kapalı köy ekonomisi içinde geçimlik ziraatla karnını güç-belâ doyurabilen, değil dünya pazarlarıyla kasabası ile bile iktisadi açıdan entegre olamamış bir halkın temel talebi, evvelemirde ideolojik olmaktan ziyade hayatın temel taleplerinden ibaretti. Köylerde yaşayan Osmanlı-Türk halkı, mensup olduğu sınıf itibariyle yeni Cumhuriyetçi yöneticileri kadar Osmanlı Hanedanı mensuplarına, bürokratik paşalar sınıfına da uzak, hatta görünmez hâldeydi.

Sözün burasında çok ilginç bir şâhitlik teşkil etmesi bakımından Osmanlı Hanedanı mensuplarından Ali Vâsıb Efendi’nin, Yapı Kredi Yayınları arasında neşredilen, “Bir Şehzâdenin Hâtıratı, Vatan Menfâsında Gördüklerim, İşittiklerim” isimli eserindeki bazı ayrıntılara dikkatinizi çekmek istiyorum. Hanedan’ın yurtdışına sürgüne gönderildiği 1924 tarihinde 14 yaşında bir çocuk olan Ali Vâsıb Efendi, önceleri Avrupa’nın güzel sayfiye şehirlerinde, daha sonra Mısır ve Lübnan ve muhtelif Batı ülkelerinde geçirdiği menfâ hayatında gördüğü şeyleri ve özellikle çocukluğunu ve saray hayatını anlatırken çok ilginç ipuçları sunuyor. Hâtıraları okurken görüyor ve anlıyoruz ki Şehzâde Vâsıb, diğer şehzâdeler, sultanlar ve hanedan mensupları gibi hiç de tutucu veya mutaassıp olmayıp, bilakis hayli alafranga bir eğitimden geçmiş, modernliğe meraklı, eğlenceye, dansa, içkili davetlere, güzel sofralara meraklı bir burjuva çocuğu gibi yetiştirilmiştir. Kitapta yer alan hanedan mensubu fotoğrafları da bu konuda yeterince fikir veriyor: Bugünün muhafazakâr hanımlarına pek gîran gelecek tarzda dekolte kıyafetlerle fotoğraf aldırmak, hanedan kadınları arasında pek yaygın bir alışkanlık olarak dikkat çekiyor. Folklorik kıyafetler dışında başörtüsü hassasiyetine riayet eden bir “sultan”a neredeyse rastlanmıyor. Hanedanın erkek ve hanım mensupları bakımından giyimde standart, “Paris’te ne ise öyle” gibiden ibaret görünüyor. Ali Vâsıb efendi, hâtıralarının Avrupa günlerinde sık sık “aperitif almak, tenis ve briç oynamak, danslı suarelere katılmak, deniz hamamlarına müdavim olmak, rakı içmek, flört etmek, çapkınlık yapmak, hatta yazılması pek uygun olmayan eğlence yerlerine uğramak gibi alışkanlıklarından pek tabii şeylermiş gibi bahsediyor; bellidir ki Şehzâde Vâsıb’ın sürgün yılları, neredeyse tamamen başkalarından alınan borçlar, hibeler, yardımlar, harçlıklar ve lâf olsun kabilinden verilen göstermelik işlerle tufeylîlikle geçmiştir. Elbette Vâsıb Efendi’nin sâfiyâne bir dille anlattığı bohem hayatı diğerlerine teşmil edilemez fakat genel çizgi değişmemektedir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde tarihe gömülen Osmanlı hanedanı, hiç tanımadığı Osmanlı ahalisinden fersahlarca uzakta ve yukarda farklı ve lüks bir hayat yaşamaktadır. Bu genel çerçevenin son karesini ise son Halife Abdülmecid’in plajda mayo ile çektirdiği fotoğraf tamamlar. Sürgünde ailesiyle çektirdiği fotoğrafta ise halifenin eşi, açık başı ile dikkat çekiyor.

Alafrangalıkta, “ümmetinin” önünde seyreden bir halifedir bu!

Kaba bir hesapla günümüzde Anadolu’da son halife Abdülmecid Efendi’den daha mutaassıp olanların sayısı, milyonlarla ifade edilecek derecede fazladır. Bu, Türk toplumunun sadece bir yüzü; gerçeğin öteki yüzünde ise, egemenlik haklarını, bir ailenin ırsîyetine terk etmeyecek derecede eşitlikçi ve demokratik karakter kazanmış milyonlar bulunuyor. Bir başka söyleyişle bugün gittikçe şehirleşen, siyasi anlamda örgütlenen, eğitim kalitesi gittikçe yükselen ve üretmeyi öğrenen Türk toplumu, iktidar mücadelesinin ve iktidar denkleminin içindedir. Bu nitelikleri kazanmakta olan bir topluma, “Paşalar bürokrasisi”nin iktidara tekrar uzanmak için kurduğu komploların kâfi gelmeyeceğini gördük, görmekteyiz.

Bu ülkenin ahalisi, görüntüsü ve ideolojik dayanağı ne olursa olsun ne yeni bir padişah, ne yeni bir tek parti rejimi, ne de paşalar bürokrasisinin dayatmacı iktidarına rıza göstermeyecektir. İktidar mücadelesinin meşru zeminlerde yapılması için toplum, demokratik duyarlığını geliştirerek hakemlik görevine sahip çıkmaya başlamış bulunuyor.

İyi şeyler de oluyor; demokrasi kültürü yavaş ama sağlam bir ahenkle toplumda yaygınlaşıyor.


Kaynak (Arşiv)