Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bundan yıllarca önce, yaşadığım şehrin nüfus müdürlüğüne tanıdık biri tayin edilmişti. Ziyaretine gittiğimde müdürlüğün eski yazılı kütük defterlerinden bahis açılınca merak ettim; merkez mahalleler nüfusunun kaydedildiği ağır ve kalın ciltlerden birini getirtti, hemen merakla baba mahallemin bulunduğu sayfaları açtım, dedemi, dedemin babasını ve onun babasının babasını buldum, itina ile bir kâğıda kaydettim. Eve dönünce, o günlerde henüz sağ olan annemin de yardımıyla ailemin bir soyağacını çıkarmaya başladım. Bu soyağacındaki en kadim ata, dedemin dedesi idi; daha gerisi yok, çünkü şehir merkezlerinde nüfus sayımı II. Mahmut zamanında başlatılmış.

Mustafa, Abdulaziz, Hüseyin gibi sade isimler ne mânâ ifâde eder; doğrusu pek az şey. Bu isimler, sahiplerinin çok büyük ihtimâlle "İslâm" olmaları haricinde -asâlet, vâriyet, etnik menşe', soy-sop vb.- bize bir şey anlatmaz. Etnik soy-sop bilgilerinin izini sürmek için köyler bazen şehirden daha elverişli yerlerdir. Hâsılı hangi soydan, hangi uruktan (sülaleden) geldiğimi öğrenmem için bulabildiğim resmî ve kulaktan derleme mâlumat, "tatminkâr" olmaktan uzaktı. Zaten o soyağacını sonradan kaybettim ve bu kayba üzüldüğüm de söylenemez.

Bu durumda ben de anayasal çerçevede taşıdığım mensubiyet ismini benimsedim: Türk vatandaşlığı ve dolayısıyla Türklük. Gördüğünüz üzere ne kadar safkan veya asîl bir Türk olduğum hakkında doyurucu verilere ulaşamamıştım; aksine bir karîne olmadığı için kendimi böyle kabul ettim. Bu kabulü hiçbir zaman etnik bir verâset dâvâsı şekline dönüştürmek aklımdan geçmedi; bilakis Türklüğü, ait bulunduğum vatandaşlar topluluğunun ortak medeniyet dairesinin ismi olarak benimsedim; yani mensup bulunduğum medeniyet dairesi içinde bulunan uzak atalarımın (ki bunların izlerini tarihî belge ve kayıtlarda sürmek daha kolay ve mümkündü) hikâyesi ile ilgilendim.

Ne var ki tarihte Türklüğün izini sürmek öyle kolay bir iş sayılmaz. İnsanların, "Evet, ben Türk'üm" cümlesini kurabilmesi, siz bilemediniz bir asırlık bir geçmişe dayanıyor; onun öncesinde insanlar kendilerini mensup oldukları dinin "millet"iyle tarif etmişler, siyasi mânâda ise Osmanlı tebâası sayıldıkları için, kendilerine Osmanlı ailesinin özel ismiyle nitelemişlerdi.

Türk olmayı genç iken başıma konabilecek en büyük talih kuşu saymıştım; şimdi öyle düşünmüyorum. Türk olmak benim için bir mazhariyet veya lütuf değil, sadece bir veridir. Ne iftihar, ne utanç; ne üstünlük ne aşağılık hissi; zira hepimiz biliriz ki doğumla kazanılan vasıflar hiç önemli değildir; doğumdan sonra kişinin yapıp-ettikleri daha önemli ve anlamlıdır. Böylece benim için Türklerin (tabii ister istemez Osmanlıların) tarihte yapıp ettikleri daha çok öne çıktı. Ecdâdın askerî başarıları, övünç vermek için anlamlı bir başlangıç olabilirdi fakat "millî tarihçilerimiz"in zaferleri yaldızla çerçevelerken yenilgileri pek önemsemedikleri, talihsizlik, ihanet gibi dış tesirlere bağlamaya kalkıştıklarını görünce canım sıkıldı. Üç aşağı beş yukarı zaferler kadar mağlubiyetler de vardı ve hattâ bugünden hareketle bir çetele tutacak olursak mağlubiyetlerimiz, bugünkü ahvâlimizi daha çok etkilemişlerdi.

Öyleyse daha ciddi ve mânidar bir kıstasa ihtiyacım vardı: Ecdâdım sanatkâr mıydı, ticaretle, zanaatlerle, üretimle araları nasıldı, yönetim işlerinde kayda değer bir maharet sergileyebilmişler miydi, eğitim konusuna nasıl bakmışlar, neler yapmışlardı, şehircilikte, hukukta, asıl önemlisi ilimde ne derece muvaffak olmuşlardı?

Bu sorulara cevap ararken, gençlik yıllarındaki toy milliyetçiliğin giderek solgunlaştığını hissettim: "Milliyetçilik" kelimesinin yerini "Medeniyet" almaya başladı, çünkü medeniyet, milliyetçilikten daha geniş kapsamlıydı. Bu kelimenin içine ille de yüksek insânî vasıflar, idealler ve başarılar koymak gerekiyordu. Burada "kavmiyetçilik"in ilişebileceği bir menfez yoktu, çünkü kavmiyetçilik yani Türk milliyetçiliği, Osmanlıların ve Selçuklu Beyliklerinin yapıp ettiklerini değerlendirebilmek için bize sağlıklı ve yeterli bir araç sunmuyordu. Öyleyse yapılan yanlışların ve doğruların gerçekleşmesinde hangi niteliğin âmil olduğuna dikkat kesilmek lâzımdı.

Konuya "Medeniyet" çerçevesinden bakmak zarureti, kavmiyetçilikten daha etraflı araçlara, daha yüksek enerji ve emeğe ihtiyaç gösteriyor.

"Türk olmak" meselesine yeniden dönelim: Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal vatandaşı olarak Türkler, geniş ve büyük bir etnik kitleyi ifade etmiyor; zaten pek azı hariç, kendini Türk olarak niteleyenler, etnik menşe'lerinin izini sürmek için yeterli verilere sahip değiller. Bu çerçevede Türk olmak kâğıt üzerinde hukuki, zihin planında psikolojik bir fenomendir. Vatandaşlık hakkını kazanmış herkes Türk diye nitelenir ve bu nitelemenin "Amerikan", "Alman", "İngiliz", "Belçikalı" gibi sair anayasal vatandaşlık türlerinden bir farkı yoktur. Yeni devlet kurulurken Osmanlı ismini kullanmak artık mantıklı olamayacağına göre Mustafa Kemal Paşa devletin adını Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşların sıfatını ise "Türk" ismiyle niteledi. Türkiye Cumhuriyeti, bazılarının sandığı gibi Türk etnik nüfusuna dayalı bir devlet olmadı, hâlâ da değildir, bu yüzden zannedilenin aksine Türkiye'de hakikaten Türk etnisitesinden geliyor olmak kimseye fazladan avantaj veya mazhariyet vermez. Ne var ki bu cümle, "herkese eşit davranıldı" iddiasını ihtiva etmiyor elbette.

Mustafa Kemal Paşa, işte o kritik noktada doğru bir tesbitte bulundu, yeni devlete ve topluma, milletler camiası içinde bilinen, Batılı kaynaklarda XV. yüzyıldan beri kullanılagelen bir isim vererek Türk isminin toplum arasında benimsenip yaygınlaşmasına hizmet eden kültür politikaları üretti. Bugün, "ben Türk menşe'inden değilim, benim farklı bir mensubiyetim var ve Türk ismi beni rahatsız ediyor" diyenler, devletin etnik bir çekirdeğe sahip olmaması konusunda haksızlık ediyorlar. Hele hele "Millî Mücadele'ye biz de destek vermiştik, anayasaya bizim de kurucu ortak olduğumuz yazılmalı" tezini savunanlar, aslında nasıl bir devlet modeli tasavvur ettiklerini bilmiyor görünüyorlar; bu, ABD'nin dipçik zoruyla Irak'a dayattığı yeni devlet ve anayasa modelidir ve Irak'ta asayişi hâlâ ABD askerleri sağlıyor. Türkiye ise 85 senedir -beğeniriz-eleştiririz-, kendi dinamikleriyle ayakta duran egemen bir devlettir. Irak benzeri bir anayasa yapmak, kurulu unsurların adını tek tek zikrederek küçük özerklik adacıkları ihdâs etmek, idari ve hukuki otonomiler bahşetmek ne etnik Türklere, ne diğer topluluklara mutluluk ve huzur verecektir. Devletin ismindeki "Türkiye" lâfzından rahatsızlık duyanları anlamakta mâzurum; kültürel haklar için mücadele etmekle, mikromilliyetçilik hezeyânlarında savrulup düpedüz ayrılıkçılık yapmak arasındaki fark artık anlaşılmalıdır.

Devletin adını kafaya takmak yerine bu devletin üretkenlik, çağdaşlık, temel haklar ve demokratik kalitesini yükseltmek için yapıcı bir işbirliğine ihtiyacımız var. Anayasamız, bütün vatandaşlarına eşitlik vaadediyor; öyleyse devletin yapısıyla uğraşmak yerine eşitlik ülküsünü gerçekleştirmek için güçbirliği yapmak daha samimi bir yaklaşım olacaktır.