Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Dil devrimi, Türkçe'nin bağışıklık sistemini alt üst etti; gücünü kırdı, hâfızasını sekteye uğrattı ve kendini sürdürebilme kabiliyetini dumûra uğrattı; o yüzden yakın gelecekte İngilizce'nin Türkçe üzerinde büyük egemenlik tesis etmesi, neredeyse kaçınılmaz gibidir.

İnternet haberleşmesinin genişleyerek yoğunlaşması, yeni bir örgütlenme biçimi doğurdu; pek tutulacağını zannetmem fakat bu yeni örgütlenme şeklinin ortaya çıkardığı topluluğa ben "internet cemaati" adını verdim. Bu cemaatin, gelecekte sayıca artması ve kamuoyunu etkileme gücü bakımından sanal bir baskı grubu oluşturması kuvvetle muhtemeldir. İnternet sitelerine üyelik yoluyla oluşan bu gruplar, birbirleriyle yüzyüze görüşme ihtiyacı duymaksızın ağ üzerinde güç birliği kurup seslerini ve görüşlerini duyurabiliyorlar.

İstanbul yakınlarında yapılan Formula 1 pistine İngilizce isim konulması üzerinde bu gruplardan birisi kampanya açtı ve internet üzerinde ulaşabilecekleri adreslere tekrar be tekrar yüzlerce e-mektup yollamak suretiyle yarış pistine Türkçe isim verilmesi için görüşlerini dile getirdiler. Bu kampanyanın tarzı, dozu ve muhtevası üzerinde tenkidlerimi, önceki hafta "Flaster değil yara bandı" başlıklı Zaman yazısında ifade etmiştim. Bu yazı, grup üyelerinin dikkatini çekmiş olmalı ki, büyük çoğunluğu itibariyle kınayıcı, eleştirici mektuplar aldım. Eleştiri sahipleri beni, kampanyalarını baltalamakla, gençlerin şevkini kırmakla itham ettiler. Halbuki "Flaster değil..." başlıklı yazı, hacim itibariyle kısa olmasına rağmen gerçek niyetimi ortaya koyacak derecede dikkatli tertib edilmiş ve bu yüzden zaman zaman yoğunlaştırılmış ifadelere yer veren bir özelliğe sahipti.

Dikkatsiz okumalar, özellikle gençler arasında yaygınlık eğilimi gösteriyor; bu, biraz da Harp ve Sulh romanını okuduktan sonra hikâyeyi, "Olay Rusya'da geçiyor" diye özetleyen adamın halini hatırlatıyor bana. Nice zamandır, "anlamadığımız eski ve yabancı kelimeler kullanıyorsunuz" diye şikayetlenen okuyucu mektuplarından eni konu acı duymaya başladığımı itiraf etmeliyim. Gazete veya dergi okuyucusunun, okuduğu her metni, bütün kavram, imâ ve atıflarıyla anlaması gerektiği yolunda yazılı olmayan bir kaide mi var acaba diye şüphelenmeden edemiyorum. Bana göre okuyucu, yazardan "anlaşılırlık" kriterine uymasını beklemek hakkında sahiptir; "anlaşılırlık", yani eski tâbirle fasâhat, bir metindeki bütün kelimelerin ve kavramların okuyucu tarafından biliniyor olmasını gerektirmez; bazı kelimelerle bir metinde ilk defa karşılaşmak son derece tabiidir ve dünyanın her yerinde okuyucu, bilmediği kelimeler hakkında sözlüğe başvurarak kelime hazinesini zenginleştirir. Bir metnin anlaşılırlıktan uzak olması, metindeki bütün kelime ve kavramlar biliniyor olduğu halde anlamın kapalı, muğlak ve karmaşık kalmasıdır. Yirmi yaşlarındaki bir gencin, karşılaştığı her metindeki kelimeleri bilmesi nazari planda imkânsızdır ama Türkiye'de özellikle gazete ve dergi okuyucusunun bu talebi mânidar bir sıklıkla tekrarlaması, ortada esaslı bir yanlışlık olduğunu düşündürüyor.

1975 yılında Cemil Meriç'in 'Bu Ülke'sini, neredeyse her sayfasında defalarca sözlüğe bakarak, bilmediğim kelimeleri fethederek okumuştum. 'Fetih'ten kasdım sadece sözlüğe bakmaktan ibaret değil, o kelimeyi tasarruf edecek derecede sahiplenmek, anlamı ve kullanıldığı yer hakkında tecrübe sahibi olmak, o kelimeyi zihnin, düşünme, konuşma ve yazma melekesinin malzemesi haline getirmektir. O esnada 'fasâhat'in ne olduğunu farketmiştim; bilinmeyen kelimenin anlamını yerine koyduğumda cümle olanca ihtişâmı ile parıldıyor ve mânâ bütün güzelliği ile kendini size teslim ediyordu.

O tarihten bu yana sözlüğe başvurmadan geçirdiğim günü ziyandan sayarım; "okuyucu" olmak sözlükle yaşamaktır. Kendimi hâlâ Türkçe talebesi sayıyor ve bundan saadet duyuyorum. Türkçe o kadar zengin ve parıltılı bir dil ki onda tam tasarruf sahibi olmak bir insan ömrünü aşabilir; hâlâ Türkçe yanlışları yapmamın sebebi, dikkatsizliğim kadar öğrenecek şeylerin hâlâ mevcud oluşudur bir yerde.

Ana dil emek ister; ne var ki Türkiye'de her okur-yazarın, okuduğu her metni anlayabileceği varsayımı geçerlidir; bu yaklaşım Türkçe'nin mukavemetini kırıyor, zenginliğini köreltiyor ve sokakta konuşulan Türkçe'nin bir okur-yazara ömrü boyunca yetebileceği inancını pekiştiriyor ki bu zan doğru değildir.

Formula 1 pistine Türkçe isim konulduğunda kendini zafer kazanmış hissedecek bir "internet cemaati" üyesi genç, bu anlam yoğunluğu ile hiç karşılaşmamış olduğu için esasen ne üzerinde konuştuğumuzu bile anlamayacaktır. Ona göre tabelalarda Türkçe isimlere rağbet gösterilmeli, konuşmalarda dublaj İngilizcesinin beylik tâbirlerinden kaçınılmalıdır. Bu heyecana sevgi ve saygı duymamak imkânsız ama asıl meseleler o noktadan sonra başlıyor işte.

Türkçe meselesi, sadece Türkçe isimler meselesine indirgenmemelidir; bu meseleyi daraltıcı ve anlamını saptırıcı bir yorumdur ve neticede sadece Türkçe'de yaygın şekilde kullanılan İngilizce kelimelerin tasfiyesine gider. Kaldı ki o hedefte başarıya ulaşılacağını sanmam. Oysa ki o gençlere, ana dilde yabancı menşeli kelimelerin de bulunmasının son derece tabii olduğu, hiçbir dilin arı-duru kelimelerden meydana gelmediği, her dilin başka dillerden kelime "fethederek" zenginleştiği hiç anlatılmamış, tam tersine dil bilinci, kelimelerde ırkçılık ve öze dönüş biçiminde sunulmuştur. Bizim asıl meselemiz, bütün kelimelerin Türkçe karşılığını bulmaktan ibaret değildir; öyle olsaydı vaktiyle büyük "özleştirme devrimi" esnasında bu amaca ulaşabilirdik; bizim asıl meselemiz, Türkçe'nin gücünü, itibarını, ifâde kabiliyetini, mukavemetini, hayatiyetini geliştirmek ve elbette muhafaza etmek dâvâsıdır. Bu dâvâ en evvel Türkçe'yi bütün yazılı ve sözlü kaynaklarıyla kucaklamak, benimsemek ve onlara nüfûz edebilmekle başlar. Vaktiyle babasının annesine yazdığı mektubu okuyup anlayabilmek kabiliyetini kaybetmiş bir kuşağa bu ihtiyacı hissettirebilmek kolay mümkün olmuyor. 60'lı yılların magazin dergisi Hayat'ın dili bile bugün "arkaik Türkçe" görüntüsünü kazandı. Kuşaklar arasında lisan itibariyle büyük kopukluklar meydana geldi. Biz Türkçe'nin birikimine sahip çıkmakta acze düştük. Bizde olduğu gibi dilinin tarih içinde tasarruf ediliş biçimine hakaretle, küçümsemeyle bakan, onu anlayamayan, okuyamayan başka hangi topluluğu örnek göstermek mümkündür?

Bir genç, "mukavemet" kelimesini kullandığım için beni Osmanlıca konuşmakla itham edebiliyorsa eğer, bu dâvâ kaybedilmiş demektir; Türkçe, köküne tutunamadığı için her yirmi senede bir şekil değiştiren ve yuvarlandıkça cılızlaşan bir dil haline geliyor. Türkçe için mücadele verdiğine inanan İnternet cemaati, bütün iyiniyet ve heyecanına rağmen yaranın üstüne bant yapıştırmaktan öteye gidemiyor. Gidemez, çünkü bilmediği, tasarruf edemediği, konuşamadığı, anlamadığı bir birikimi savunuyor ve daha fenası, vaktiyle Türkçe'nin bağışıklık sisteminin nasıl tahribe uğratıldığından habersiz olduğu gibi üstelik 'dil devrimi'ni, Türkçe uğruna kazanılmış en büyük meydan muharebesi zannediyor.

Dil devrimi, Türkçe'nin bağışıklık sistemini alt üst etti; gücünü kırdı, hâfızasını sekteye uğrattı ve kendini sürdürebilme kabiliyetini dumûra uğrattı; o yüzden yakın gelecekte İngilizce'nin Türkçe üzerinde büyük egemenlik tesis etmesi, neredeyse kaçınılmaz gibidir.

Yaşayan görür; inşallah yanılırım.