Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Biz hep medeniyeti ve medeniliği, Batılılara karşı isbat edilmesi gereken bir meziyet olarak görmüşüz. Ulaşmak istediğimiz hedefin adı bile böyle: "Muasır Batı medeniyeti". Demek ki, bizim vaktiyle yapıp ettiklerimizin bir kıymet-i harbiyesi yok.

XX. yüzyılın ilk çeyreğinde medeniyet değiştirmeye karar verip, "eskisinin hükmü yoktur" dediğimizde, elimizdeki avucumuzdaki medeniyet ve medenilik birikiminin kayda değer ve istifade edilebilir bir şey olmak ihtimâline dönüp bakmamışız bile. Bugün bile asrîlikten, çağdaş olmaktan çoğumuzun anladığı şey, kısaca Avrupa Birliği'ne girmek, kabul edilmekten ibarettir.

Medeniyetin sair unsurları bir tarafta dursun; sadece devlet kurmak ve onu işletmek bahsi üzerinde duralım: Kabul edersiniz ki devlet kurmak ve işletmek medeniyetin en mühim aksâmından biridir. Ne var ki devleti ve toplumu modernleştirip muasır seviyeye çıkarmak vazifesiyle kendilerini görevli hissedenler, medeniliği ve medeniyeti yolların temiz, aydınlık ve tertipli, insanların kibar, eğitimli ve çalışkan olması, fabrika bacalarının tütmesi gibi alâmetlerde görmüşlerdi. Bu noktada bizatihi devlet mekanizmasının dahi Batı'daki örneklere benzemesi gerekliliği karşısında verilen cevabı hepimiz hatırlıyoruz: "İyi ama, henüz toplum müsait değil, hazmedemez!"

Önce devletin toplumu düzeltmesi gerekmektedir bu duruma göre; devletin en evvel kendini düzeltmesi, Batı'daki misâllere uygun tarzda yapılanması ve örgütlenmesi o kadar da âcil değildi. Evvela toplum bu bakalorya (olgunluk) imtihanını yüzünün akıyla vermeliydi; devlet nasıl olsa kendi kendini düzeltirdi. Devletin medenilik mücahedesinde öncelik sırasına alınması pek de âcil değildi; bazı şeyler yavaş yavaş, (devrimle değil, evrimle), tekâmülle olurdu; eşyanın tabiatını zorlamanın mânâsı yoktu.

Devletin kendini medenileştirmesi ertelenebiliyordu ama toplumun bir an evvel medenileşmesi için beklemeye tahammül yoktu; o iş ancak âni, zecrî ve baskın tarzında müdahalelerle olurdu. Nitekim öyle yapıldı.

Durum muhasebesi yapalım; kabuğumuzu beğenmeyip yeni bir medeniyet dairesine girmek için azmettiğimiz günden bu yana toplumumuzun bütün kemâliyle çağdaşlaştığını söylemek mümkün görünmüyor: Her seçimde gidip birilerinin gözünün içine baka baka sağ partilere oy veriyorlar, başörtüsünden vazgeçmiyorlar, Türk aydınlanması denilen şeyden üzerlerine küçük bir hüzme bile düşmemiş bir topluluk. Diş fırçalama alışkanlıkları zayıf, ne şehirliye ne köylüye benzeyen fırsatçı, kurnaz, garip ve çekilmez bir içtimai heyet!

Hal böyle olunca, "Toplumu medenileştiremedik, bari devleti ıslah edelim" mırıltılarını kimse ciddiye almıyor. "Seksen senede üç anayasa değiştirdik, daha ne istiyorsunuz" demeye mi getiriyorlar bilmem; bildiğim şey, bizdeki devlet mekanizmasının Batılı muadillerine nisbetle ağır, beceriksiz, müsrif olduğudur; daha da fenası devlet, toplumuna güvensizlik duymayı başlıca "uyanıklık" işareti kabul etmiştir. İlk fonksiyonlardan sayılmak icab eden Adliye teşkilâtına bakınca manzara az buçuk tebellür eder. Bu devletin içte ve dışta kıyamet gibi düşmanı, potansiyel vaziyette hazır bekleyen faka bastırıcıları hiç tükenmez. Bu yüzden Ortadoğu ve Balkanlar'ın en kalabalık ve güçlü ordusunu hazır bulundurur ve bu yüzden daimi askerî vesayet rejimi altında yaşar.

Vesaire vesaire... Bu liste uzar gider fakat biz hâlâ doğru düzgün bir devlet teşkilatı kurup işletmenin "medenilik"ten mühim bir fasıl olduğu hakikatini hâlâ kabul etmeyiz. Biraz tenkide yeltenenleri ise, "Bugün bir lokma ekmek yiyorsan kimlere borçlu olduğunu unutma" i'tâbıyla azarlarız.

...

Herhangi bir şehirde bana en az beş yüz metre uzunluğunda -ama Avrupa standartlarında- bir kaldırım gösterirseniz, söylediklerimi yeniden düşüneceğime söz veririm.