Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bugünlerde yeni bir moda var: Önce her öğretmene bir dizüstü bilgisayar kampanyası açıldı; ardından din görevlilerinin de birer bilgisayar edinmesi, hatta vaiz kürsüsüne

bir laptop koyup ekrana bakarak vaazda bulunmasının kerâmetlerinden bahsolunuyor.

Dünün "masaüstü, büyük ekranlı bilgisayar" düşkünlüğü, bugün şekil değiştirip "dizüstü, açılır kapanır ve taşınabilir" bilgisayar edinme saplantısına dönüştü.

Doksanlı yılların ortalarında daire âmirleri, şirket yöneticileri, arkasında çuha veya vinileks geçirilmiş devâsâ bir panonun yer aldığı makam masalarına yeni bir prestij âlâmeti ilâve etmişlerdi; bilgisayar. Makine, aslında hiç kullanılmadığı ve âmirin hiçbir işine yaramadığı için, bilgisayar masası denilen sehpa ile masa karışımı bir tezgâh üzerine yerleştiriliyor ama âmirin karşısına değil, -duruma göre- sağına veya soluna mevzilendiriliyordu.

O devrin bilgisayarları, çoğunun belleği 1 Mb'yi bile geçmeyen, düşük kapasiteli, sadece o kurum için yazılan programları çalıştırmaya yetecek tarzda tasarlanmış basit makinelerdi. Bu makinelerin yüzde 90'ı, kurumla ilgili işleri halletmekten ziyade fiilen Tetris oynamaya yarıyordu. Nice âmirin cihazı açıp kapatmayı bile bilmediğinden eminim. Ne var ki 'makam'da bulundurulması şart gibiydi; bir işe yaraması gerekmezdi. Meselâ 'pano'yu ele alalım; pano ne işe yarar; bazı makam odalarında ağır pirinç tablalı, saten taklidi kumaştan yapılmış sağlı sollu bayraklar da bulunur meselâ; bayrağın makam odasında işi nedir? Aslında, ziyaretçilere hava atmaktan, "dikkat edin burada önemli bir adam oturuyor" intibaı vermekten başka hiç bir fonksiyonu yoktur. Bilgisayar da öyleydi. Resim çekileceği zaman âmirin, bilgisayara doğru yanlayarak poz vermesi asla ihmâl edilmezdi. Görenler, "NASA'da çalışan bir mühendis işbaşında" diye düşünmelilerdi.

Devletin ilk ve ikinci kuşak demirbaş bilgisayar alımlarından ne kadar ziyan ettiğini uzmanlar oturup hesap etmelilerdir. Türkiye'de "e-devlet" niteliğini haiz henüz pek az kamu kuruluşu var ama o kuruluşlar, onbeş seneden beri muntazaman demirbaş kayıtlarında bilgisayar bulundururlar ve en geç iki senede bir cihazı tazelerler. Sıradan memurların masalarında bilgisayarın arz-ı endam etmesi, bilgisayar piyasasındaki yeni işletim sistemlerinin yeni sürücüler ve monitörler gerektirmesi sâyesinde mümkün olabilmiştir.

O günlerde bilgisayarın en ziyade işe yaradığı husus, daktilo gibi kullanılmaktan ibaretti; kimseler duymasın, büyük oranda hâlâ öyledir.

Başlıca işi sekreterlik hizmetlerini yerine getirmekten ibaret personel için bilgisayarların yeni tarzda işleyen bir daktilo gibi hizmet vermesi de devlete büyük zararlara mal oldu. Evvela kurumun envanterinde mevcut bulunan taş gibi yüzlerce-binlerce daktilo, teksir ve hesap makinası bir günde depolara kaldırıldı ve zamanla hurdaya çıkarılarak milyonlarca dolar zarara girildi. Ardından her "version" tazelemesinde mevcut bilgisayarlar yenisiyle değiştirildi. Bugün kamu kuruluşlarının envanterinde ne kadar "modası geçmiş bilgisayar" tutulduğunu kimse hesaplayamaz. Oysa ki, bir bilgisayarın sadece daktilo görevini yerine getirmesi için 95'lerde piyasaya çıkmış ilk versiyonları bile yeterli mârifete sahipti. Misâl olarak kendi tecrübemi örnek gösterebilirim; 1992 yılında satın aldığım ilk bilgisayar modeli (Macintosh Plus), bazı özel kuruluşlarda hâlâ hizmet veriyor; hattâ 1 Mb belleğe sahip bu makinalarda bazı mahalli basın kuruluşlarının bugün bile sayfa mizanpajı yapabildiğini yakinen biliyorum.

Bilgisayarı yeni tanıyorduk; bilgisayar piyasasını hızla kaplayan özel şirketler, mütemadiyen yeni sürümler pazarlayarak cirolarını artırmak istiyorlardı; buna mukabil kamu sektörü, bilgisayarların işletim sistemleri ve program sürümleri arasındaki nitelik farkı hakkında yeterince bilgi sahibi değildi. O yüzden kamu sektörü, muntazaman açılıp kapanan bir kalaycı körüğü gibi her defasında yeni bilgisayarlar satın alıp eskilerini çürüğe çıkardı.

Bilgisayar kavramı mübarek bir şeydi adeta. Bir müessesenin yenilikleri yakından izlemesi, sanki ve ancak bilgisayarla isbat edilebiliyordu.

O dönemde bilgisayarı matah bir eğitim aracı zanneden ebeveynler, güçleri yettiği nisbette çocuklarına bilgisayar alıp, çalışma masalarına oturttular; eğitime yarayışlı programlar da yok değildi elbet ama bir bilgisayar, bir öğrenci için eğitimden daha fazla eğlendirici fonksiyonlar vaadediyordu. Onlar da elbette eğlenceyi tercih ettiler. Neticede bilgisayarı tanımaktan ibaret bir avantajla yetindiler.

Bilgisayarların bir eğitim aracı olarak işe yaraması, Türkiye için bugün bile hâlâ hayli uzak bir hedeftir.

Bugünlerde yeni bir moda var: Önce her öğretmene bir dizüstü bilgisayar kampanyası açıldı; ardından din görevlilerinin de birer bilgisayar edinmesi, hatta vaiz kürsüsüne bir laptop koyup ekrana bakarak vaazda bulunmasının kerâmetlerinden bahsolunuyor.

Dünün "masaüstü, büyük ekranlı bilgisayar" düşkünlüğü, bugün şekil değiştirip "dizüstü, açılır kapanır ve taşınabilir" bilgisayar edinme saplantısına dönüştü. Temeldeki motif aynıdır. Bilgisayara hâlâ bir prestij alâmeti olarak bakıyoruz; onun ne işe yaradığı ve nasıl kullanılabileceği hakkındaki gerçek ihtiyaç talepleri, ikinci sırada ve maalesef romantik bir yer işgal ediyor.

Bir öğretmenin, mesleğini iyi icra etmesi için şahsen bir bilgisayar ve internet bağlantısına ihtiyacı yoktur. Bilgisayar bu hususta tâli bir araçtır; olmasa da olur.

Bilgisayar, -ismiyle müsemmâ- veri, yani bilgi sayabilen bir araçtır ancak bilgisayar sahipleri arasında veritabanlı program kullanmasını bilenlerin sayısı devede kulaktır. Misâl verelim; bir öğretmen, öğrencilerinin başarı durumlarını takib edecek bir veri tabanı programı kullanacak duruma gelmesi için en az bir ay özel program eğitimi almak zorundadır. Kaldı ki aynı şeyi, dededen kalma klasik not defteri usûlüyle halledebiliyor zaten.

Biz, o yoğunlukta bilgi işleyen bir toplum değiliz; keşke öyle olsaydık da adam başına her sene iki bilgisayar eskitebilseydik. Yine kendimden misâl vereceğim. Onüç seneden beri şahsi bilgisayar kullanıcısıyım; bilgisayar sektöründe defalarca yüklü miktarda döviz ödeyip yeni model bilgisayar satın aldım. Bu süre zarfında bilgisayarı sadece elektronik daktilo makinesi olarak kullandım. Başlangıçtan bu güne bilgisayar vasıtasıyla kaleme aldığım yazıların toplam hacmi, 25 kuruşluk bir CD'nin binde birini bile doldurmaz; meraklıları bilir. Yazı dosyaları bilgisayarda fazla yer tutmaz; mesela şu okuduğunuz yazı, takriben 12 K büyüklüğündedir. Bu yazı gibi onbin tanesi 1.2 Mb'lık yer kaplar ve bu işi en basit, en iptidai bir bilgisayar bile yerine getirir. Yani 13 seneden beri bilgisayar kullanmama rağmen, elimdeki cihazı kapasite itibariyle belki binde bir nisbetinde işe yarar hale getirebiliyorum. Evet, internet büyük imkân, bilgisayarın, başka fonksiyonları da yok değil; özellikle haberleşme imkânları gerçekten hayranlık verici ama bu gibi sebepler, bilgisayarı bir fetiş nesnesi haline getirmeyi haklı göstermez.

Biz bilgisayarı, bir sembol olarak görüyoruz; bu algı sadece yanlış ve gereksiz değil, pahalı da. Bilgisayarın internet üzerinden haberleşme kolaylığı fonksiyonunu ele alalım; haberleşme imkânına sahip olmak, haberleşme ihtiyacını aşınca oyun ve israf haline geliyor. Cep telefonu sayısı ve gerçek haberleşme ihtiyacımızı mukayese ediniz, farkı göreceksiniz. Belediyelerin internet kafeleri "eğlence yeri" kategorisinden vergilendirmesi hiç de sebepsiz değil.

"Bilgisayar bizim nemize gerek" demiyorum elbette; israfa, lüzumsuz imaj fiyakalarına dikkat çekmek istiyorum.