Üçüncü köprü niçin yapılmamalı?

Hükûmet, İstanbul’a üçüncü köprüyü yapmak için kolları sıvamış görünüyor; bu niyetin duyurulmasıyla birlikte Türkiye’deki geleneksel köprü aleyhtarı “istemezükçüler” hareketlendiler ve köprüyü yaptırmamak için seslerini duyurmaya başladılar.

Henüz yeri kesin olarak belli olmamakla birlikte üçüncü köprünün Beykoz’la Sarıyer’i birleştireceği de belli oldu; bunun üzerine tamamen sivil toplum ürünü bir inisiyatifle geçtiğimiz ay (18 Temmuz) köprü aleyhtarları bir bildiri yayımlayarak Sarıyer’de bir gösteri yaptılar. Gösteriye katılmadım; eğer yanlış bilmiyorsam basın da bu toplantıya pek ilgi göstermedi. Oysaki gönül, köprü meselesinin daha etraflı şekilde tartışılmasını, lehte ve aleyhte görüş sahiplerinin kaale alınmasını arzu ediyor.

İlk iki köprü, tıkanan İstanbul trafiği için hem bir soluk borusu görevi gördü, hem de İstanbul’un trafik meselesini ağırlaştıran bir tesir yaptı. Bugün aklı başında hiç kimse köprüsüz bir İstanbul düşünemez ama üçüncüsü için aynı şeyi söylemek mümkün mü?..

Üçüncü köprü pekâlâ tartışılabilir mahiyet taşıyor, çünkü boğazın iki yakasını Üsküdar’la Yenikapı hattında birbirine bağlayan Marmaray projesi’nin önümüzdeki yıl, en kötü ihtimalle 2011’de devreye girmesi bekleniyor. Marmaray, iki kıta arasındaki bağlantıyı denizin altından demiryoluyla birleştirecek ve her iki köprünün de yoğunluğunu azaltıcı bir tesir yapacak. Ticari emtia ve insan taşımacılığı bakımından Marmaray’ın üçüncü köprüyü ikame etmesi pekâlâ mümkün. Öyleyse üçüncü köprüye niçin ihtiyaç duyulduğu konusunda hükûmetin İstanbulluları çok iyi bilgilendirmesi ve ikna etmesi gerekiyor.

İtirazcılar sebeplerini son derece açık bir dille seslendiriyorlar; buna göre üçüncü köprü İstanbul’un Beykoz sırtlarındaki kuzey ormanlarının tahribi anlamına gelecektir. Uzmanlar “ana bağlantı ve yan yolların orman içinden geçmesi şart değil, viyadükler ve tünellerle artık bu problemi aşabilecek noktadayız” diyorlarsa da şahsen bu izahı yeterli bulmuyorum; zira köprüye her iki yakada bağlantı verecek tali yollar etrafında yeni yerleşim yerlerinin ve hizmet veren tesislerin belirmesi bugünkü şartlar çerçevesinde kesinlikle engellenemez; bu durumda Beykoz ve Sarıyer sırtlarındaki ormanlık arazi, en geç on yıl içinde ortadan kaybolur, betonlaşır.

İkinci olarak itirazcılar, İstanbul’un su havzasının mahvolacağını ileri sürüyorlar; bu itirazı da ciddiye almak gerekir, çünkü İstanbul’un en büyük temiz su kaynaklarından Ömerli barajında toplanan sulara bu bölge havza teşkil ediyor.

İtirazcıların üçüncü gerekçesi, ilk ikisi kadar makul değil: “Onbinlerce İstanbullu’nun evsiz kalması, barınma hakkının gaspedilmesi” zayıf bir itiraz. Türkiye’de kamu yararına kamulaştırma yıllardan beri yapılıyor ve kamulaştırma bedellerine karşı yıllardan beri itiraz davaları açılıp karara bağlanıyor.

“Şehir içi trafiğinin çözülmek yerine, trafik çilesinin daha da artacağı” gerekçesini ise isabetli ve doğru buluyorum. İstanbul’a yeni yollar, yeni köprüler, yeni tünel ve viyadükler yapılması, trafik çilesini ve yoğunluğunu azaltmıyor, aksine artırıyor; çünkü bu usûller İstanbul’u büyütüyor. İstanbul zaten tabii büyüklük sınırlarını taşarak azmanlaşmış bir şehir; hattâ bir şehirler silsilesi. Her yeni yol, yeni mahalleler, yeni hizmet binaları, yeni nüfus yerleşimlerine dönüştüğü için çare olmuyor.

İstanbul için yapılacak en büyük iyilik İstanbul’u büyütüp genişletmek değil; tam aksini yapabilmektir; ne var ki İstanbul bu hususta bütün trenleri kaçırmış sayılabilir. Bu şehrin trafiği, bazen son derece saçma sebeplerle sabaha karşı saatlerinde bile kilitlenebiliyor. Nüfus ve yerleşim ağırlığının çevre ilçelere dağıtılması da problemin çözümüne kifayet etmiyor. Barınma yerleri ile iş merkezleri arasındaki yoğun hareketlilik, mesai saatlerinin başlangıç ve bitiş zamanlarında trafiğin soluğunu kesiyor. Asıl çare, “uydu şehirler” tarzında ekonomik faaliyetlerin merkezden uzaklaştırılabilmesindedir. İstanbul bu çareyi de denemiş fakat yeterli olmuyor.

Kısa zaman içinde İstanbul’a nefes aldıracak en pratik, net ama en zorlu tedbir, trafiğe giren araç sayısının azaltılması, hatta durdurulmasıdır; nitekim itirazcılar, trafiğe her gün 500 yeni aracın katıldığını söyleyerek köprüye karşı çıkıyorlar. Bu tedbire araç kullanıcılarından önce otomotiv sanayii işverenlerinin ne kadar şiddetli bir itirazla karşı çıkacaklarını kolayca tahmin edebiliriz; ilk planda çalıştırdıkları işçi sayısını azaltarak hükûmete baskı yapmayı deneyeceklerdir ve Türkiye’de henüz hiçbir hükûmet, İstanbul trafiğine yeni araç katmamak konusunda kararlı davranabilecek gibi görünmüyor. Bu arada plaka rakamlarına göre tek-çift uygulamasına gitmenin akıllıca olacağını zannetmiyorum. Trafikte kurallara pek aldırış etmeden hareket etmeye alışkın İstanbullu sürücüler, kısa zaman içinde bu tedbiri de boşa çıkarmanın yolunu kolayca bulurlar.

İstanbul meselesi, Türkiye’nin en büyük meselelerinden biri, çünkü bu problemi çözmek, medenî bir meydan okumadır, büyük bir başarıdır. İstanbul meselesini çözen bir Türkiye’nin önünde hiçbir problem dayanamaz.

Köprüye itiraz edenler kirlilik, gürültü ve kargaşanın artacağından bahsediyorlar; bu doğru bir tesbit fakat İstanbullular için artık anlamını kaybetmiş bir ihtiyaca karşılık geliyor: İstanbullular steril çevre şartlarının, sükûnetin ve huzurun ne olduğunu artık hatırlamıyorlar bile.

İtirazcıların hazırladığı bildiri pek çok İstanbullunun zihin karışıklığını aksettirmesi bakımından ilginç bir belge. Çoğunluğu itibariyle haklı gerekçeler ileri süren itirazcılar, neticeyi politik bir duruşla berbad etmişler ve bakın bildirinin sonunu nasıl bağlamışlar:

“3. Köprü, AK Parti’nin bugüne kadar temsil ettiği ve işbirlikçiliğini yaptığı uluslararası sermayenin taleplerini emir kabul edip, onların ihtiyaçları adına işlemekte tereddüd etmeyeceği bir cinayettir. Tüm bunlar gösteriyor ki 3. Köprü bir avuç rantçının kasalarını doldurmak için zorla dayattıkları bir ihtiyaç, İstanbul halkına, kente, çevreye, doğaya karşı işlenecek bir cinayettir.” (Cinayet kelimesi, herkes iyice anlasın diye büyük harflerle yazılmış!)

Türkiye’de bile artık miadını doldurmuş çocukça bir politik dille kaleme alınan bu cümleler, üçüncü köprünün büyük ihtimalle Beykoz’la Sarıyer arasında bir gün iki yakayı yeniden bağlayacağını gösteriyor bence. Bir meseleyi haklı gerekçelerle savunmak bir şeydir; o haklı gerekçelerin arasında pek ucuzundan sol özentili kötü ve yanlış cümleler sıkıştırarak bir taşla iki kuş vurmaya çalışmak çok daha başka bir şey.

İtirazcılar, galip ihtimalle bu mücadeleyi kaybedecekler, çünkü temel meseleleri köprüyü yaptırmamak değil, hükûmete dirsek çakmak! Oysaki meseleyi daha düzgün ve apolitik bir dille seslendirebilmiş olsalar daha geniş bir taraftar desteği bulmaları işten bile olmayacaktı.

İstanbul’a yapılması düşünülen üçüncü köprüye itirazı, marjinalleşmiş, radikal çizgiye düşerek etkisizleşmiş entel sol grupların inisiyatifine bırakmamak gerekiyor; bu çok daha ciddi bir mesele.

Üçüncü köprüye kendi gerekçelerimle karşıyım ve bu gerekçeleri yukarıda sıraladım. Üçüncü köprü, sonraki dördüncüyü tetiklemek ve İstanbul’u bakir Karadeniz kıyılarına doğru engellenemez bir haz ve hızla irileştirmekten başka işe yaramayacaktır.

Bu köprüyü Beykoz’la Sarıyer arasına değil de, yönetici kafanın zihnindeki ihtiyaçla makuliyet noktaları arasında kurabilirsek davayı kazanırız; aksi her türlü çözüm, çözümsüzlüktür.


Kaynak (Arşiv)