Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Size 6. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları'nın muhteşem gecesinden bir kare naklederek söze başlamak istiyorum. Bu ânı, canlı yayın yapan televizyon kameralarının gösterip göstermediğini bilmiyorum, muhtemelen dikkatlerini çekmemiş olabilir; kezâ gösterileri takib eden fotoğraf muhabirleri de bu sahneyi kaçırmış olabilirler; hattâ, bütün dikkat yoğunluğunu sahnedeki göz alıcı manzaraya kilitleyen binlerce kişi de büyük ihtimâl fark etmemiştir.

O sahne şuydu: Olimpiyatların düzenleme komitesi, bildiğiniz gibi çok güzel ve mânidar bir uygulama başlatarak Türkçeye hizmeti geçmiş bilim ve fikir adamlarını ödüllendirdi. Bu çerçevede Türk Edebiyatı araştırmalarının mümtaz ve unutulmaz şahsiyeti Prof. Dr. Orhan Okay hocamız da Ali Şir Nevâî ödülüne lâyık görüldü. Şair Hilmi Yavuz'la birlikte sahneye çıkarak ödülünü aldı ve hislerini şu cümlelerle ifâde etti:

"60 yıla yaklaşan hocalık ve yazarlık hayatımın en güzel ve en mânâlı ödülünü almış bulunuyorum. Bu ödüle ne kadar lâyık olduğumu bilmiyorum; bu ödülün asıl önemli sahibi Türkçe. Bugün gördüğüm çeşitli milletlerden gelen insanların, gençlerin ileride dilimizin, tarihimizin, sanatımızın, oyunlarımızın, aletlerimizin gönüllü misyonerleri olacaklarına inanıyorum."

Sonra program tabii akışı içinde devam etti ve tesâdüfen dikkatimi çeken o hâdise şöyle gelişti: Protokol sırasında oturan Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik bir ara yerinden kalkarak, salonun çıkışına doğru yürümeye başladı. Bakanın korumaları hareketlendiler fakat Bakan el işaretiyle onları durdurarak yürümeye devam etti. Orhan Okay hocamızın oturduğu yere kadar geldi, Orhan Okay'ın önünde eğildi, eline uzandı ve o eli öptü.

Birkaç kelime konuştular; ne konuştuklarını duymak mümkün değildi fakat tahmin etmek kolaydı.

İçimden şöyle geçti: "Aşkolsun bu hükümetin Millî Eğitim Bakanı'na, aşkolsun hocasının elini öperek onun hayır duasını almak gibi bir ilim geleneğini unutmamış o hayırlı talebeye. Aşkolsun, ilim adamı karşısında hürmetini ifadeden çekinmeyen o siyasetçi portresine..."

Bakan Hüseyin Çelik'in de bir ilim adamı, üstelik Türk Dili ve Edebiyatı ana bilim dalında doçentliğe kadar yükselmişken siyasete atıldığı da herkesin mâlumu; muhtemelen İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde okurken Orhan Okay Hoca'nın doğrudan talebesi olmak şerefine de erişmiştir fakat bizim ilim geleneğimizde bu gibi ayrıntılardan çok daha önemli olan husus, şeklî hoca-talebe ilişkisi mevcut olmasa bile, "hoca" ile "talebe" arasındaki asla kesintiye uğramayan hürmet ve muhabbet bağıdır ve Bakan Çelik, pek az kimsenin fark edip şahit olduğu o güzel jesti ile, o güzel geceyi taçlandırmış oldu.

"Hocası"na da helâl olsun; kadirbilir ve mütevazı "talebesi"ne de...

Ne güzel, ne mânidar bir andı o.

Fark etmemiş olanlar da bilsin istedim.


İslâm'ın ilim geleneğinde âlimler ile siyasetçiler arasında böyle bir hukuk vardır. Âlim siyâsetçiye yakınlaşmaz ve bunun için gönüllü olmaz; siyâsetçinin kendini bileni ise, âlimlere yakın durmaya ve onlardan istifâdeye çalışır. Bu mesele hakkında İhyâ-i ulûm'id-din'de zikredilen bir Hadîs-i Şerif'i hatırlatmanın yeridir:

"Âlimlerin fenâsı, emirlerin ayağına gidenler, emirlerin iyisi ise âlimleri ziyaret edenlerdir."

İşte bu nüktenin hâlâ yaşadığını görmek beni çok mutlu etti.

TÜRKÇE OLİMPİYATLARI'NDAN KISA NOTLAR

O gece çok güzeldi. Televizyonda seyretmiş olanlar da elbette bu hissi paylaşmıştır ama orada olmak, sahnenin dışında olup biteni seyretmek de ayrı bir zevkti. Düşüncelerimi kısaca sizlerle paylaşmak istedim:

Organizasyon mükemmeldi ve hemen hemen aksamadan işledi; öyle ki insan, bu tertibin ardındaki emek ve zihin gücünü merak ve tebrik etmek ihtiyacını duyuyor. Sadece 110 ülkeden gelmiş 550 çocuğu ağırlamaktan ibaret değil mesele; onlara mükemmel sahne performansı kazandıracak derecede eğitip desteklemek için günlerce çalışan isimsiz insanların emeğine saygı duymak gerekiyor.

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, kısa tuttuğu konuşmasında anlamlı bir noktaya işaret ederek, gösterilerini zevkle seyredip dinlediğimiz çocukları yetiştiren öğretmenleri hatırlatmak nezaketini gösterdi ve "bunlar eli öpülecek eğitim neferleridir" sözleriyle en yüksek merciin ağzından yurtdışında çalışan öğretmenlerimize manevi birer gurur madalyası taktı.

Bu muhteşem gösterileri seyrederken, ne kadar içe kapanıp kaldığımızı, dışımızdaki dünya ile ne kadar koptuğumuzu hissettik. Renkleri, dilleri, zevkleri bizden çok farklı toplumların çocuklarını evladımız, torunumuz gibi uzaktan sevip takdir ederken bir mânâda dünyanın kaç bucak olduğunu da hatırlamış olduk. Gururlandık, duygulandık.

Civarımdakilerden birisinin şöyle konuştuğuna şahit oldum, "Nedir bu kardeşim" dedi, "mendil elimizden düşmedi; yakınlarımızın cenazesinde bile böyle ağlamadık". Abartmıyordu ve durum aynen öyleydi ve itiraf edeyim, böyle mutluluk verici vesilelerle ruhu yıkamak insana çok iyi geliyor.

Sahnede çocuklar vardı ama her seyirci, o çocukları çok uzaklarda, sözünü bile etmeye değmez mütevazı ücretlerle ama büyük bir inanç ve azimle yetiştiren o arslanlar gibi öğretmenler kuşağını bir dakika bile zihninden çıkarmadı. Onlara, çok uzaklara buralardan hayır dualar, şükranlar ve muhabbetler yolladık; onların eserleriyle göğsümüz kabardı.

Sabah akşam tartışıp durduğumuz iç meseleler o koca salonda aniden ufalıp küçülüverdi, ufkumuz genişledi. "Oh yahu" dedik, "birileri de inadına güzel işler yapıyor işte!"

25-30 yaş sularındaki pırıl pırıl gençlerimizin hem ülkelerine, hem insanlığa hizmet ederken, arkalarına bile bakmamalarında hepimiz için, herkes için büyük ibretler ve dersler var. Bu öğretmen nesli, bizim içimizde bir yerlerde var olduğuna inandığımız ama ne zaman lâzım olsa yerinde bulamadığımız "iyi taraf"ımızı, yani Türklerin iyi meziyetlerini temsil ediyorlar.

Onları bu kelimelerimle alınlarından öpüyoruz; öyle kabul etsinler.