Üretim zincirinden dışlanmışlığın burukluğu üzerine

Elmalılı Hamdi Yazır'ı çoğumuz İslâm âlimi, ondan daha azımız müfessir, daha yakından bilenler fakih olarak tanır fakat onun sağ elinin baş ve

işaret parmaklarının tırnaklarını biraz uzun tutarak zaman zaman kâğıtları, ince kartonları bu iki tırnak arasında kabartarak güzel yazılar yazdığı, küçük çiçekler yaptığı herhalde pek azımızın mâlumudur. Elmalılı "Küçük Hamdi" Efendi'nin hattatlığı da hatırı sayılır "fenn"lerindendir. Sülüs, Nesih ve Ta'lik'de son devrin hattatları arasında yâd edilecek derecede mahâret göstermiştir.

İki tırnak arasında kâğıdı çizip bombeleştirerek nakış döktürmek şüphesiz bir hüner, hattâ eski tâbirle "sanayî—i nefîse" diye bilinen güzel sanatlardan bir şubedir fakat bu ayrıntıyı öğrenmek bende çok başka bir tesir uyandırdı. Hergün elimizin altından sayısı belirsiz kâğıt geçiyor, kimi önemli kimi değersiz, kimini ne yapacağımızı bilemediğimiz bir sürü kâğıda dokunuyor, yazıyor, buruşturup atıyor veya dosyalayıp bir rafa kaldırıyoruz. Bir madde olarak kâğıda hükümranlık derecemiz neredeyse yok mesâbesinde ama kâğıdı bir sanat nesnesi olarak değerlendiren bakış, onun dokusunu, rengini, ağırlığını, mahrecini bir başka nazarla görüyor, kâğıda bir başka türlü dokunuyor ve nihâyet hayli mümârese gerektiren bir talim devresinden sonra ona üçüncü boyutu kazandırabiliyor.

Bir sanatkârı çalışırken seyretmenin

dayanılmaz lezzeti

Mümkün olsa, Elmalılı merhumu bir kâğıt parçasını elinde evirip çevirirken, bakışları ve dokunma hissi yardımıyla onun tabiatını çözmeğe çalışırken ve sonunda onu nasıl değerlendireceğine karar verip de çalışmaya başlarken seyretmek isterdim. Dünyada işinin ehli bir sanatkârı işbaşında seyretmek kadar seyre sezâ pek az şey vardır gibime gelir hep. Bu esnada niçin heyecana kapıldığımı anlamaya çalıştığımda ve duyduğum lezzet hissinin derûnuna indiğimde farkediyorum ki bu lezzet, insanın madde ile münâsebetinin en hassas, en insaflı ve en müessir anlarının algılanmasından doğmaktadır. Eşyânın tabiatına nüfûz etmek, bilginin en vâsıtasız edinilme usûlü olarak heyecan verici bir tecrübedir. Bir başka açıdan medeniyet, insanın eşyânın tabiatına nüfûz etmekte kazandığı başarı cinsinden de değerlendirilebilir.

Yeğeni, Elmalılı Hoca'nın gençliğinde komşu hanımlarına nakış modelleri çizmek, kız kardeşine elbise dikmek, mühür kazımak gibi şaşırtıcı işlerle de meşgul olduğunu anlatıyor: Elmalılı Hamdi Efendi hariçten bakıldığında klasik bir medrese âlimi; ama o ne güzel medrese âlimidir ki eşyâ ile (ve şüphesiz insan ile) temâsını kesmemiş ve hezarfenlik geleneğine ittibâ ederek insanı ilimle hayatın ortasındaki denge noktasına yerleştirmeyi bilebilmiştir: Artık izini kaybettiğimiz ve varlığını ancak eski kitap sayfaları arasında farkedebildiğimiz ama şüphesiz kendisine büyük ihtiyaç duyduğumuz bir kaybolmuş insan tipi!

Peki, kadınlar niçin dikiş dikmiyor artık?

Eski zamanlarda bir tenekeci ustasının, ağzı itinasızca açılmış boş bir zeytinyağı tenekesine nasıl baktığını ve onda tenekenin tabiatına uygun nice farklı formlar ve şeyler gördüğünü bugün nasıl tasavvur edebiliriz? O nasırlı ve sert parmakların tenekeye, tahtaya, ham demire, katrana ve/veya tutkala temasında hâsıl olan elektriği, evlâtlarımız ve torunları asla hissedemeyeceklerdir zirâ asrî zamanlar görünüşündeki olanca maddîliğine rağmen insanla madde arasındaki o insaf dengesini tahrip etti. Meselâ, kalem efendilerinin (yeni tabirle "beyaz yakalılar") çoğu için kâğıt bir sarf malzemesi ve evrakın nesnesinden ibarettir; âdetâ fizikî varlığı ve boyutlarını kaybetmiş gibidir. O yüzden bugünün kalem efendileri makasla kâğıt kesmenin lezzetini bile tanımamışlardır; nerede kaldı ki artık bir daha kullanılamayacak kadar kullanılmış kâğıtları kesip, katlayıp—bükerek çocuklar için oyuncak kayıklar, yeldeğirmenleri, şirin tuzluk ve biberlikler ve uçaklar yapabilsinler.

Ev hanımlarının artık dikiş dikmediğini farkediyor musunuz? Feministler, "oh olsun, asırlardır bedavaya çalışan terziler olarak sömürüldüğümüz yeter" diyerek bir "Phryyus Zaferi" daha kazandıklarını sanıp mutlu olabilirler ama bu vâkıa eğer zannettiğim kadar yaygınsa, bu, yeni tüketim üslûbunun kadın üretkenliğini nasıl dumura uğrattığını da gösterir. Bırakınız kumaşın, pâzenin veya patiskanın dokusunu, zamane kadınları belki mutfaklarımızın temel direği "un"un tabiatına bile yabancılaşmışlardır: Erişte, makarna, börek, ekmek, bisküvit, pasta, kurabiye, çörek, kuskus gibi yiyecekler artık büyük fabrikalarda erkek işçiler tarafından üretilmekte ve ambalajlanarak satılmaktadır. Bu, erkek işçilerin unun tabiatına yakınlaştığını, çalışan kadınların mutfak angaryalarının böylece daha hafiflediğini göstermiyor zirâ şimdi insanla eşyâ arasına endüstriyel üretimin yabancılaştırıcı ara teknikleri girmektedir; yâni makarna fabrikasında çalışan bir ustabaşı bile iş başa düştüğünde kendi ihtiyacı için iki kilo undan makarnalık hamur yoğurma ve kesme bilgisinin câhili durumuna gelmiştir.

Ambalajın altındaki sır!

Ara sıra atılmak üzere çöp kutularında biriken ev atıklarını gözden geçirmelisiniz: Şişeler, plastik kutular, poşetler, mukavva ambalajlar, selefonlar vesaire... Göreceksiniz ki çöplerimiz çoğu ambalaj malzemesinden ibarettir. Ambalaj, insanla eşyanın tabiatı arasına girmiş bir asrî zaman icâdıdır; ambalaja giren herşey, tüketimin son kademesine göre hazırlanmış, otomasyon katma değeriyle hemen tüketilecek safhaya kadar geliştirilmiş bir nitelik taşıyor ve ambalaja giren her nihâi üründe bizim eşyâ hakkındaki bilgimiz geri plâna itiliyor. Bu noktadan sonra bize düşen şey, ambalajlanmış tüketilecekler arasında maharetle seçim yapmak ve onların bedelini vadesi gecikmeden ödemekten ibarettir. Eksik olmasınlar, reklâm sektöründe çalışan binlerce okumuş çocuk, bizlerin neyi, niçin tercih etmemizin daha doğru olacağını hatırlatmak için var güçleriyle didinerek bizi "haberdâr" ediyorlar. Artık bize lâzım olan bilgi eşyânın tabiatına ait olan değil, paketlenmiş ürünün avantaj bilgilerinden ibarettir ve bize bu "information"u sağladıkları için reklamcılara ne kadar medyûn—ı şükrân olsak yeridir. Aslında reklâmcılar yekûn itibariyle, bizlere âhir zaman okullarında öğretilenden daha çok "bilgi" aktarıyorlar. Modern hayata intibak etmek için şimdi "reklâm bilgisi" yeterlidir; daha fazlasına ihtiyaç duymadan bir koca ömrü geçirmek bile mümkün. Bugün sanayi işkolları arasında ambalaj sanayiinin büyük bir yeri var; bir başka söyleyişle ambalaja giren her nesne, kendi tabiatı hakkında bilgi sahibi olmamıza izin vermediği için, o nesnenin tabiatı hakındaki bilgiyi reklâm sektöründen öğrenmek zorunda kalıyoruz. Bu bilgi türünü edinmek için mektep—medrese, lise—üniversite bitirmek gerekmiyor; iyi bir televizyon seyircisi olmak yeter. Televizyonun en tahripkâr olduğu saha, yanlış veya yanlı haber dağıtmaktan çok önce eşyâ ile insan arasındaki en büyük bilgi akışını yönlendiriyor olmasındadır.

Çâresizleştirildik; öyleyse direnelim!

Eşyânın tabiatını tanımanın maddîlikle ilgisi yok; bu, doğrudan üretkenlik kabiliyetimizle ilgili bir hâssa. Ambalajlanmış tüketim ürünleri zincirinde herhangi bir aksama olduğunda ne kadar çaresiz bir acemiliğe mahkûm olabileceğimizi tasavvur edebilir misiniz? Elbette tüketimin de ahlâkı var ve bu ahlâkın ana kaidesi mümkün olduğunca tükettiğimiz nesnenin tabiatına nüfûz edebilmek. Bu kriter ışığında elli yıl öncesine nazaran daha beceriksiz, daha körelmiş ve daha çaresiz insanlar topluluğu halini aldığımızı görmezden gelemeyiz. Üzerine insafsızca abanılan "işbölümü" kavramı, zamâne insanını âcizleştirdi ve tükettiği nesneye karşı son derece yabancı bir "son tüketiciler" topluluğu haline getirdi. Modern teknoloji, bizim bütün ihtiyaçlarımızı bilen, üreten, biçimlendiren ve tüketimimize sunan bir ahir zaman putudur şimdi.

Çaresizleştirildik; öyleyse direnmeli ve kurûn—ı vustâ devirlerindeki uzak atalarımızın yaptığı gibi eşyâyı yeniden tanımayı, ona nüfûz etmeyi, onun biçimini değiştirmeyi ve onu kendi tabiatımıza itaat ettirmeyi öğrenmeliyiz. Başka yol yok!


Kaynak (Arşiv)