'Usul ve Esas'a dair bir deneme

Hayatı nereye kadar ciddiye almamız gerekiyor; eğer o bir "oyun"sa, oyun olmayan nedir? Kur"an "oyun" diyor; öyleyse kuralları olmalı! Oyuna heyecan ve zevk veren şey kurallarıdır, yani usûl!

Mecelle"ye göre , "usûl esastan mukaddem". Oyun bilgisi ile "hayat bilgisi"nin aslında aynı şey olduğunu öğrenmek sizi şaşırtır mı?"

Bir oyunu anlamlı kılan şey onun kurallarıdır; kuralları bizzat siz koyup oyun esnasında değiştirmek imkânına sahip olsanız bile, böyle kazanmanın zevki olmadığını hissedersiniz. Oyun içinde kuralları zorlamak, esnetmek, istisnai uygulamalara imkân verilmesi için çabalamak bile oyunu, kendi kuralı içinde kabullendiğimizin göstergesidir. Topun çizgiyi geçip geçmediğini tartışan futbol meraklılarını düşünün bir kere (1966 Dünya Futbol Şampiyonası yarı finalinde İngilizlerin Almanlara attığı üçüncü golde topun çizgiyi geçip geçmediği hâlâ tartışılır durur). Sair zamanda bir topun, herhangi bir çizgiyi geçip geçmediği asla önemli değildir, insana heyecan da vermez ama oyunda...

"Usûl esasa mukaddemdir" sözü Osmanlı Mecellesi"nin ilk hükümlerinden biri ama usûlün esastan önceliği sadece Mecelle"nin değil, bütün hukuk doktrinlerinin paylaştığı bir hüküm. Yargıda usûl denilen şey o kadar önemlidir ki, çok değerli ve güneş gibi parıldayan bir delil bile "usûl"e uygun olmayan bir tarzda derlenmişse geçerliğini kaybeder.

İnsan ilişkilerinde nezaket, esasa değil usûle dairdir; nezaket sevgiye, muhabbete, bağlılığa, sadakate, aşka veya tam tersi husumete, nefrete delâlet etmez. Tabir caizse o kuru bir protokol meselesidir. Bir kişiye karşılık ummaksızın selam verince ona tâbî olduğumuzu ifade etmiş olmayız; selâm, "sizi tehlike olarak görmüyorum; siz de beni bir tehdit unsuru olarak görmeyiniz; aramızdaki iletişim kanalları açıktır" anlamına gelen bir güvenlik mesajıdır. Peygamber Efendimiz, selâm verirken karşı tarafın harekete geçmesini beklememek gerektiğini ihtar ediyor; O, çocuklara bile selâm vermeyi ihmâl etmeyen bir nezaket timsâli idi. Selâmın kelâmdan önceliği yolundaki Hadis-i Şerif, zannımca bu mânâya gelir. Nezaket, aslında insanın kendi nefsine duyduğu saygının dışa ve sair kişilere, hatta nesnelere yansımasıdır. Ömrümüzde ilk ve son defa gördüğümüz birisine yol vermek, kapısını açmak, ona istemeden de olsa rahatsızlık verince özür dilemek o kişinin, muhatabıyla değil kendisiyle barışıklığının tezahürüdür. Evet, nezaketin içine derûni şeyler katmak zorunda değiliz ama nezaket denilen şeyin öyle bir kimyâsı var ki, kişi "nâzik" sıfatını iktisab ettiğinde bu haslet zamanla kökünde muhabbet bulunan derin bir samimiyete dönüşebilir; yeter ki riyâdan arınmış olsun. Nezaket hissedilebilir bir usûl kaidesidir ve herkesin ihtiyacını duyduğu bir şeydir.

Usûl, kuraldır, ölçüdür, protokoldür, hatta şeklî unsurdur ve bu haliyle "sen benim kalbime bak kalbime, orası tertemiz"ci yaklaşım sahiplerinin daha ilk adımda burun kıvırdığı bir şey gibi görünür. Gençlik esasçıdır meselâ; sabırsızlık, gözüpeklik, ataklık gibi gençlik alâmetleri usûle dair şeyleri, pekâlâ üzerinden atlanabilecek lüzumsuz kurallar gibi algılamaya mütemâyildir; tabiidir. Usûlün ne idüğü ancak kemâl yaşlarında anlaşılabiliyor; o yüzdendir ki bir gençte usûle riayet alâmetleri görülse pek takdir ve taltif edilir; çünkü onda gençlik tabiatının üstüne çıkan bir olgunluk parıltısı ışıldamaktadır.

Bu açıdan bakılırsa "din", neredeyse tamamı usûlden ibaret bir alandır; tartışmaya açık gibi görünen bu hükmü kendimizce cerh edelim. Dinde esas nedir? Dinin esası (en iyi bildiğimiz İslâm"dan hareketle örneklendirirsek) insanın yeryüzündeki fiil ve niyetleriyle Rabbinin hoşnutluk ve rızâsını kazanmasıdır. Rastgele bir temennî sandığımız "Allah senden râzı olsun" duası, duaların belki de en kapsayıcı ve anlamlı olanı. Dinin esası rızâ ise, insanı "kendisinden razı olunmuşluk" (Fecr, 27 ilâ 30. âyetler) noktasına taşıyan şeylerin hepsi usûlü teşkil eder; yani ibadetler, yani kurallar, yani emirler, yani yasaklar, yani helâller, haramlar, müstehab, mendup, makbul, mekruh sayılan şeyler ve bunca kural, emir ve nehy arasında kendisine sâlim bir yol (tarik-i müstakim) çizmek zorunda kalan insan. Bu bana kabaca kayak sporundaki slalom yarışmalarını hatırlatıyor. Başlangıç noktasındaki yarışmacı, diğerleriyle teorik planda eşit şansa sahiptir; yarışmayı düzenleyen otorite, onlara dışına taşmamaları gereken ve bu yüzden bayrak direkleriyle işaretlenmiş bir yol, bir parkur göstermiştir. Bayrak direkleri dinin "had"leridir, yani yarışmaya başlamadan önce belirlenmiş kurallar, sınırlar, yasaklar ve emirler. Yarışı kazanmak için yarış esnasında parkurun içinde kalmak gerekir. Herhangi bir yarışmacı, "ben daha kısa bir yol buldum" gerekçesiyle belirlenen hadlerin dışına çıkamaz.

İşin güzelliği ise, birincilik diye bir kavramın olmayışı; bu yarışın kazancı, parkuru kazasız belasız tamamlamaktan ibaret.

Bitiş çizgisinde insanı bekleyen ödül, "kendisinden razı olunmuşluk makamı" ise, o çizgiye gelene kadar yarışmacının bütün dikkatini usûle mıhlaması en tabii gerekliliktir.

Usûl, esasa götüren en meşrû davranışlar silsilesi olarak algılanmalı; lüzumsuz engeller ve mânâsız yasaklar cinsinden değil. O yüzden "zafer"e giden her yol mübah sayılmamıştır. Usûlde işlenen hatâ, zaferi mânâsız, hatta kazananı mağlub mevkiinde bırakabilir. O yüzden gündelik hayatın en lüzumsuz ayrıntılarında bile başarı saydığımız şeylerle, usûlün altın kaidelerini yanyana getirerek araç-amaç mukayesesinde bulunmak gerekiyor. İnsana zafer gibi görünen şeylerin anlamı, o insanın zaferden veya başarıdan ne anladığını gösteren çok mânidar bir miyârdır çünkü. Dinin "zafer" kavramı açık: "Kendisinden râzı olunmuşluk makamı". Öyleyse herkes nihai zafer saydığı şeyi veya şeyleri "Mardiyye" makamı ile kıyas etmeli ve o makamın yanında ne kadar anlamlı kalabildiğine bakmalı.

Kur"an, dünya hayatını bir "oyun" olarak niteliyor (Hadid, 20); öyleyse bu oyunun kurallarını bilmek ve ona riayet etmek, oyunu kazanmanın ilk mühim şartıdır.

AKLINIZDA BULUNSUN

HÂZÂ HANIMEFENDİ: MÜNEVVER AYAŞLI

Zihninizi şöyle bir yoklayınız: Münevver Ayaşlı ismi size ne hatırlatıyor? Sarih bir cevap bulamayanlara Münevver Ayaşlı"yı takdim etmek isterim; kendisi "hâzâ hanımefendi" diye tarif olunacak nadidelerden. Türkçesi şeker gibi tatlı; yazdıklarıyla bir devrin, XX. yüzyılda geçirdiğimiz zorlu istihâlelerin muhasebesini yapıyor. Daima zarif, daima medenî, daima ince.

"Bütün eserleri", Timaş yayınları tarafından neşredildi. Eserlerinin her bir sayfasında "Osmanlı hanımefendisi" denilen o müstesnâ insan tipinin niceliğine, ne idüğüne dair çok değerli ipuçları bulacak ve son asır içinde neler kaybettiğimizi daha iyi anlayacaksınız.

Hararetle tavsiye ediyorum.


Kaynak (Arşiv)