Usûlü sakatlamak, esasa, yani hakikate düşmanlıktır

Korktuğumuz başımıza geldi; Mavi Marmara gemisinde olup bitenleri iç mesele hâline getirdik, kavga etmeye, birbirimizi suçlamaya başladık.

İyimser bakış açısı: Uzaktan bakınca, Türkiye demokratik bir ülkedir; her fikir sahibi sesini duyuracak imkânı buluyor, ne güzel görüntüsü çıkıyor. Küçümsenmemeli; içindeki doğruluk payı ne olursa olsun bir fikrin ifâde imkânı bulması büyük nimettir.

Kötümser bakış açısı: Fikir beyanında, daha doğrusu fikir inşâsında usûle aldırış etmiyoruz. “Bu, benim fikrim olduğu için fikir haysiyeti taşımağa peşinen lâyıktır ve bundan daha iyisi de zaten olamaz; muhalefet eden bednamdır” yaklaşımı, sanki matah bir şeymiş gibi çok taraftar buluyor.

USÛLÜN ÜST DEĞERİ

HAKİKATE SAYGIDIR

Gerçek diye kavrayabildiğimiz şey, parçalardan oluşur. Parçalar çoğu kere birbirine zıt anlamlar taşır, farklı üst değerlere atıfta bulunurlar. Gerçeği anlamak, onu bütünleyen parçaları bilmektir. Parça-bütün ilişkisini doğru kurmaya “analiz” diyoruz. Tahlil.

Tahlil yapabilmek zahmetlidir, bir hadiseyi tek mânâdan ve tek parçadan ibaret kabul edenlere göre daha çok emek sarfetmeyi gerektiriyor. Yorum denilen şey, aklımıza ve duygularımıza inen ilk mânâ değildir; bir mesele hakkında değerlendirme yaparken, soğukkanlılıkla bütünün hangi parçalardan ibaret olduğunu, dışarda kalmış, ihmâle uğramış başka etkenlerin bulunup bulunmadığını, her bir parçanın bütün karşısındaki anlamını, kullandığımız verilerin doğru olup olmadığını da ayrıca “değerlendirmek” lâzım.

Ayrıca, değerlendirmenin tabii uzantısı olarak, “Yanılıyor olabilir miyim; bilgi eksikliği, bilgi hatası, sıralama yanlışı, üst değerle çatışma noktalarında hatâm var mı?” cinsinden özeleştiri safhası hayati derecede önemli ve kıymetli.

Bilgi ister, zaman ister, tecrübe ister, usûl ister.

Onun için “Usûl esasa mukaddemdir” denilmiştir. Usûl, esastan daha önde gelir, hattâ öyle bir yer gelir ki, değerlendirme yaparken usûle aldırış edilmemişse esasın mânâsı ve değeri kalmaz.

Düşünmek, fikretmek bir usûl (metod, yöntem) faaliyetidir; hayâl etmek, öfkelenmek, beğenmek, haykırmak duyguyu dışa vurmanın biçimleridir. Düşünürken usûlden ayrılamayız. Usûle riayet etmemizi gerektiren en üst değer ise hakikate hürmet ve hakikati talep etmektir. Maksat hakikatten öte bir şeyse, usûlün de önemi kalmaz bu durumda. Usûlün üst değeri hakikattir.

Bilimin öteki değerlendirme şekillerine üstünlüğü sadece burada, yani usûlündedir. Bilim usûlün sistematize edilmiş hâlidir. Bilimin her dalı, evvelâ ortaklaşa bilim metoduna riayet etmek zorundadır. İlmî neticelerin değeri, usûle riayeti ve usûlün sorduğu sualler karşısında dayanıklılığına bağlıdır ve ilmî neticeler, yine aynı usûl tarafından yanlışlandığında geçerliklerini kaybederler.

POLİTİKA, BASIN VE USÛL

Politika yapanlar bu usûle riayet etmek mecburiyeti duymuyorlar; esasına bakılırsa politikacılar “politik fayda” diye bildikleri şeyden başka bir değere de aldırış etmiyorlar: Usûl kaidelerinin politik fayda ile uzlaştığı anlar müstesnâ!

Basın-yayın organları usûle riayet etmeli midir? Eğer, gerçek vazifeleri hakikati aksettirmek ise, usûle riayet kaçınılmaz; bunun yerine zümre, grup, sınıf, ideoloji veya parti çıkarlarını çoğaltmak esas amaç ise usûl, süsten ibaret bir nezaket malzemesi hâline gelir.

Mavi Marmara gemisinde olup bitenler, evveliyatı ve sonrası ile politik ve ideolojik bir vecheye büründürüldü. Esas maksadı teşkil etmesi gereken, insanî yardım unsuru, politik ağırlığın altında ezildi ve değişime uğradı.

İSLAM: TEPEDEN TIRNAĞA USÛL!

“Maksat sadece insanî yardım ise bunun daha sehil (kolay, elverişli, patırtısız) yolları vardı, o gemide insanlar ölmeyebilirdi” diye düşünenler bugün hiç perva ve fütur eseri göstermeyen saldırılara hedef oluyorlar; oysa ki bu tesbit, en basit ve yalın ifadesiyle usûlün gösterdiği bir tahlil biçimidir ve saygı görmesi beklenirdi; öyle olmadı.

Bu mesele esasta insanî ve İslâmî bir meseleydi; İnsani ve İslâmî meseleler, üzerinde “usûl”ün ve dolayısıyla üslûbun müessir olması gereken madde başlıklarıdır. Tartışmalar, eskilerde kalmış olması gereken ideolojik fay kırıklarını yeniden hatırlattı; böylece İslâmî ve insanî öz zedelendi, konu siyâsileşti. Vicdanında insanî ve İslâmî öz taşıyan Müslümanların heyet hâlinde bir güçlü blok teşkil etmesi umulurken tersi oldu; ayrıştık. Birbirimizi gazete sütunlarından, televizyon ekranlarından galiz sözlerle zedelemeye başladık.

Usûle riayetsizlik, İslâmî hassasiyeti buharlaştırdı; İslâmî hassasiyeti en yüksek dereceye, cihanşümûl bir idrak beraberliğine yükseltmesi beklenen bir eylem, -sırf usûl açısından eleştirildi- düşüncesiyle tefrikaya zemin gösterdi.

Bugün aynı kıbleye, aynı anda secde ederek aynı niyazla Rabbi’ne yönelen insanlar, birbirleri hakkında kötü sözler söylüyor, hattâ “Sen ne biçim Müslümansın; yoksa değil misin?” meâlinde kıymıklı lâflar ediyorlar.

Bilimin metodu var; hukukun metodu var; İslâmın da metodu var elbette; bu metod, dünyanın her yerinde olduğu gibi yanlış araçlara tevessül edilerek hayırhah ve İslâmî bir netice elde edilemeyeceğini söyler bize.

İslâm, insana tabiatını, istikametini zorlaması ve düzeltmesini telkin eder; tabiatımızda mevcut bulunan eski istikamete İslâmî bir elbise giydirerek “İslâmî daire”ye girmiş olmayız; bilakis İslâm’ın üst değerlerini birer usûl kaidesi olarak koyup itaat etmek lâzım.

Pek çok insan, aynı anda bir hadiseye bakar ve farklı mânâlar çıkarır; Kur’an’ın ve Peygamber’in tâlim ettiği kavrayış ise pek çok Müslümanın bir hadiseye bakıp tek mânâ çıkarmasını öğütlüyor; bu örnek, insan tabiatına zıt gibi görünüyor ama değildir. Efendimiz, ashabına kabile bağlarını inkâr etmelerini değil fakat kabile alâkalarının (Asabe), İslâmî muhakemenin önüne geçmemesini öğütlemişti meselâ. Ashabı ise bu inceliğe riayet etmişti. Ondan sonraki asırlarda Müslümanların bu usûl kuralına aldırış etmemesi, usûlü sakatlamaz; bizlerin, tabiatın tabii çağrılarına yenik düştüğümüzü gösterir. İslâm ahlâkı başından sonuna usûl ve üslûptur; hikmet ve edeb.

Biz bugün bu usûl ve üslûp bütününün neresinde duruyoruz?

Gâye, usûlü sakatladı; usûlün sakatlanması gayeyi zaafa uğrattı; hakiki mânâsından öteye düşürdü ve zedeledi, dış ve iç politikaya bir çiğnemlik sakız derekesine düşürdü.

Bizler de Gazze’deyiz artık; taassubun, fanatizmin, usûle riayetsizliğin, düşüncesizliğin ve kabileciliğin ambargosu altında birbirimize dahledip durmaktayız.

Acı!


Kaynak (Arşiv)