Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Cemaat dediğiniz, dağ başında bir manada mahsur kalmış birkaç memurdan, câmi ise şantiyeden müdevver çürük-çarık bir binadan ibaret olsa da vaktiyle "imâmet" mevkiinde vazife yaptığım için olsa gerek, içimde o defteri huzur-ı kalb ile kapatmıştım. Netice itibariyle günün birinde Kâbe'de hüccâc'a bayram namazı kıldırmak gibi bir emelim yoktu. İmamlıkta unumu elemiş, eleğimi duvara asmış biriydim ama şairin,

"Bûseden sonra visâl ister, kenâr ister gönül;

Sevdiğim hoş gör; dünya tamah dünyasıdır" dediği hesap, benim de gözüm ve gönlüm "vaizlik" dâvâsında asılı kalmış gibiydi âdeta. <!--more-->

Meselâ mübarek Ramazan günleri, kuşlukla öğle, öğleyle ikindi arasındaki sâkin saatlerde sırtında azametli bir lata ile kürsüye geçerek cemaati dinî, tarihî, ahlakî ve fıkhî mevzularda aydınlatırken sözün münasip gelen yerlerine Mesnevi'den, Bostan ve Gülistan'dan mev'ızeler menkıbeler yerleştirmeyi ihmâl etmeyerek âlemi kendine hayran eden cerbezeli vaizlerin yerinde olmayı sadece ben değil, kim istemez ki?

Siz, "İstemem, eksik olsun; dinleyici olmayı yeterli bulurum." diyebilirsiniz; ben demem arkadaş! Kendimi daima iyi bir dinleyici saymışımdır fakat, vaiz efendi vaazını irad ederken içimden yükseliveren, "İyi ama hocam, bu meseleye bir de şu açıdan baksak olmaz mı?" itirazını dillendirmek yerine yutkunmakla iktifa etmeyi öteden beri içime sindirememişimdir.

Derken efendim, işte bakınız yeri geldi; şu aracığa küçük bir hâtıra parçası eklemekliğimi hoş görünüz:

Belki yirmi sene var. Memleketin birinde Hakkı Hoca nâm, pek sevdiğim, hürmet ettiğim bir hoca var. O gün "tatlı tatlı" değil, bilakis "acı acı" vaazediyor. "İskambil yasak, kahveye gitmek fena, tavla mekruh, okeyden uzak durun, hatta satranç dahi aynı cümledendir." deyince gayrı yerimde duramadım. 'Niçin?' diyeceksiniz. Çünkü efendim o günlerde yazarınız fena halde satranca sardırmış durumdadır; uykularında bile satranç tahtası görmekte, yolda yürürken gelip geçen veya duran insanları at, fil, piyade, kale gibi algılamaktadır. İmdi, satranç aşkı bu derece ayyûka çıkmış bir adama, "Zinhar satrançtan uzak durunuz aziz cemaat!" zılgıtı çekilir mi? Hakkı Hoca -Allah selâmet versin- yasak listesini alabildiğine uzatırken ben satranç maddesinde mıhlanıp kalmış durumdayım. Söz isteyip itiraz etsem "Cemaat ne der?" diye çekiniyorum; söylemesem dilim şişecek, kalbim infilâk edecek...

Olanca cesaretimi toplayıp, bir ara göz göze gelmemizden de cesaret alarak o değilden lâfa karıştım, "Hocam" dedim, "İmam Şafii Hazretlerinin, satranca cevaz verdiğini söylüyorlar; bu durumda siz ne buyurursunuz?"

Hakkı Hoca bana şöyle bir baktı, bir daha baktı, sonra "Yahu bu entelektüel geçinen cami cemaatinden illallah birader." mânâsına gelen bezgin ve kırgın bir bakış attıktan sonra boğazını temizledi, "Eh evet, o böyle buyurmuş, büyük âlimdir fakat biz takvâyı elden bırakmayalım; boş zamanlarımızı daha faideli işlerle geçirsek güzel olmaz mı aziz cemaat?" diyerek işin içinden sıyrılıverdi.

Ben mahcub kalakaldım öylece; cemaatin tamamı ayıplar nazarlarla bana dönüp, "Kim yahu bu edepsiz, yediği nâneye bak herifin!" dercesine bakışlarıyla bir güzel ezip ufalttılar bu fakiri. Küçüldükçe küçüldüm. Boş zamanlarında faideli işler yerine satranç oynayan, hatta oynamaya can atan bir adam olmak ne kötü bir şeydi...

Satrancı sonraları bıraktım ama sevgili Hakkı Hocamın bunda bir dahli yok; bir müddet sonra anladım ki, ben satrançta, rakiplerime sanki güçlü bir rakibi evire çevire yendikleri intibaı verecek derecede durumu idare etmekten başka bir işe yaramamaktayım; o gün bugündür satranç tahtasına elimi sürmedim.

Lâkin Hakkı Hocamı hâlâ çok severim, Allah'ın selâmeti üzerine olsun.

Ne diyorduk?

Cemaatin vaiz efendiye itiraz hakkı var mıdır yok mudur meselesinden bahsediyorduk. Esasen böyle bir hak elbette mevcuttur fakat büyüklerimiz böyle bir hâli câmi edebine mugayir ve muhalif saydıkları için mescidlerimizde sadece dört grup insanın yüksek sesle bir şey söylemelerine müsaade edilmiştir ki bunlar: İmam, müezzin, vaiz ve hîn-i hâcette kalabalık günlerde kapı civarında kalakalıp secde edecek yer bulamadığı için, "Aziz cemaat, Allah rızası için biraz safları sıklaştırın, dışarda kalan cemaat mağdur olmasın." diye sızlanan şahıslardan ibarettir. Bunların hâricinde hiç kimse ol görüp sesini yükseltemez, istisnai hallerde benim gibi densizlik eden kimseler, "yerleşik" cami cemaati tarafından bir güzel küçümseyici nazarlarla dövülür.

Peki, diyelim hakikaten ehline danışılması icab eden mühim bir fıkhî mesele var; ne olacak? Bu ihtiyacın giderilmesi için ya vaazın tamamlanıp, namazdan sonra hocanın tehî kalacağı saat beklenerek usulden yanına yaklaşılıp "fısır fısır" modunda meselenin arzı veya bir kâğıt parçasına yazılan hâcetin "elden ele" usûlüyle vaize ulaştırılması âdettendir.

İşte bu yüzdendir ki, "Yahu günün birinde şu vaaz kürsüsüne ben geçsem; bir güzel esip gürlesem, ilm ü irfanımı şu aziz cemaate selsebîl etsem." diye geçirip dururdum.

Böyle kaç zaman geçti bilmiyorum.

Bir ay kadar önce telefonum "tatlı tatlı" çaldı. Telefondaki ses Topkapı'daki Çinili Camii'nin meşhur imamı Ahmet Yüter Hoca'ydı ve artık bildiğiniz üzre Ahmet Hoca, benim iki hafta sonra camide cemaate hitaben vaaz verip vermeyeceğimi soruyordu.

Başkaca ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum fakat cevabımın ana fikri şu merkezdeydi: "Hastaya kar sorulur mu hocam; şimdiye kadar neredeydiniz?"

...

Hadisenin gerisini Zaman okuyucuları zaten biliyor. Hafta sonu eklerinin yöneticisi sevgili gazeteci dostum Abdullah Kılıç, vaazımın akisleri henüz camiin tavanında çınlıyorken beni aradı ve "Ahmet Abi, kürsüde vaaz ederken çekilmiş fotoğrafın şu anda masamın üstünde duruyor; yandın abi!" şeklinde tatlı sert bir şantaj teşebbüsünde bulunmakla kalmayıp haftasına "Ünlü yazarların vaaz verdiği cami, cuma günleri dolup taşıyor!" başlıklı haberiyle herkese bir güzel duyurdu.

Yazıyı bağlıyorum fakat bir çift sözüm kaldı; ilki şudur: Yıllarca konferanslarda, sohbetlerde, derslerde hitap ettiğim kişilerin eleştirici ve sorgulayıcı tavrına muhatap birisi olarak vaazım esnasında cemaatin gösterdiği uysal ve tasvipkâr edâya bayıldığımı söylemeliyim.

İkinci: Tadı damağımda kaldı. Şimdi Ahmet Hoca, nasib olursa seneye yine çağırır diye ümitle beklemekteyim.