Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bir lâfın entel nitelik kazanması, ilk birkaç okumada zihinde bir mânâdan daha çok saygı uyandırmasına bağlıdır. Anlamadığımız şeylere daima bir ihtiyat eseri olarak saygı duyarız. Bu paragraf da en azından insanı, “Yakam kaymış mı, kravatın düğümü tam oturmuş mu, ceketimin düğmeleri ilikli mi” tarzında bir saygı telâşesine davet ediyor; o yüzden sizin için daha anlaşılır hale getirmek isterim.

ABD, Hollanda, İngiltere, Fransa, İran, Dubai ve Türkiye’den uzmanların iştiraki ile geçtiğimiz günlerde İstanbul’da buluştular ve Ümraniye Belediyesi’nin ev sahipliği yaptığı, “İslam Sanatında Geometrik Desenler Çalıştayı”nda tebliğlerini ve fikirlerini sergilediler.

Ümraniye Belediyesi’ni yürekten alkışlıyor, tebrik ediyorum; ayrıca bu önemli toplantıya emeği geçenlere çok teşekkür ederim, ellerine sağlık.

Çalıştayla ilgili haberi fark edince dinleyici olarak katılıp tebliğ ve çalışmaları dinlemeyi çok istedim fakat 7 güne ve farklı mekânlara yayılmış programı izlemem mümkün olmadı. Bu yüzden fikirlerimi, özet olarak basına yansımış haberler üzerine kurmak zorunda kaldım. Bu usûl, evet kabul ediyorum, hiç de ilmî değildir; basında yer alan haber üzerine böyle bir meselede fikir beyan edilmez. En azından sonuç bildirisini görmek ve incelemek gerekiyordu.

Bu benim kusurum olsun, peşinen affımı dilerim.

Şu anda içinizden bazıları yüzünü ekşiterek şöyle düşünüyor, onları buradan görüyorum; diyorlar ki,

-Senin fikirlerinden de usandık be birader, fikir yürütmediğin mevzu kalmadı. Geometrik süslemeler konusunu da bilmeyiversen ne olur yani!


Yazarınız bu gibi gürültülere pabuç bırakıp kaçan takımından değildir, bunu biliyorsunuz. Ayrıca bir “Köşe yazarı” (Eskiden köşe minderi vardı; bu da onun gibi bir şey işte!) olarak bildiğim veya bilmediğim her mesele üzerinde 4-5 bin vuruşluk okunabilir metinler kaleme almak zenaatıyla iştigal ettiğimi de biliyorsunuz ama bu fakirin “Çıkın”ında daha ne gibi ilimler ve marifetler olduğunu kabil değil bilemezsiniz efendim.

İşte geneli itibarıyla Sanat Tarihi ve fakat hassaten süsleme ve geometrik tezyinat konusundaki mütebahhirem (Deryalar gibi geniş ve ilmi birikimim demek oluyor!) de bu cümledendir. Biz de vaktiyle genç iken, bir sanat tarihçisinin (Gazi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Hakkı Acun şahidimdir) çantasını taşımak, onun peşinde köy, mezra, harabe, ören yeri, tarihi kalıntı demeden gezmek gibi bir şeref pâyesine sahib olduk (Biz sigasıyla konuşan adamlara ayrıca bayılıyorum; o nasıl bir özgüven patlamasıdır, hayranım vallahi!) Ayrıca çanta taşımakla kalmadık, icabında metre tuttuk, makale ve kitap okuduk, kabataslak çizimler yaptık, kopyalar çıkardık; ardından hızımızı alamayıp şimdiye kadar pek kadri bilinmemiş bir önemli makale bile kaleme aldık (“Biz” sigası kullandığıma bakmayın, makaleyi kendi başıma yazmıştım. Bkz: “İslam Sanatı ve Estetiği Üzerine ‘Aykırı’ Düşünceler”, Köprü Dergisi, Yaz 2000, 71. Sayı).


Bu önemli makaledeki temel tezim, aslında İslam sanatı diye bir sanat ekolünden bahsetmenin teknik açıdan mümkün ve isabetli olmadığı, buna mukabil “Müslüman sanatçıların ortaya koyduğu sanat eserleri” tabirini kullanmanın daha doğru olacağı idi. Bu rahatsız edici iddianın ayrıntıları kısaca şöyleydi: İslâm dini, insanların inanç ve davranış biçimlerini düzenlerken ortaya bütünlüklü bir ahlâk ve ona bağlı olarak bir hukuk (fıkıh) koyar. Ahlâk ve fıkıh, insanlara iki had (ölçü) arasındaki vasat yolda yapıp edebilecekleri şeyleri işaretler. İslâm bir estetik teori teklif etmez insanlara (siyasi bir program sunmadığı gibi); bilakis etraflarını güzelleştirmek gayreti esnasında, eşyaya şekil vermek gerektiğinde alt ve üst ölçüler getirir; bu yüzden mesela bir İslam mimarlığı’ndan bahsetmek yanıltıcı olabilir.

Müslümanlar bir mimarlık eseri vücuda getirirken, yaşadıkları yörelere göre birbirinden çok farklı planlar, malzemeler, bezeme ve süslemeler tercih etmişler, yani yaşadıkları yerin dokusunu, geleneğini öne koymuşlardır. İslam mimarlığı ile özdeşleşen cami formu da esasen mimari üsluptan ziyade fonksiyona ağırlık veren bir mekân çözümlemesidir. Cami temiz olur, ferah olur, istikamet aksı kıbleyi gözetir, ihtiyaca göre büyüklüğü tayin edilir ve bu ihtiyacı karşılayan her mekân cami niteliğini taşıyabilir. Atalarımız çoğu zaman kıblesi yamuk binaları bile bir kıblegâh, yani mihrap nişi ilave etmek suretiyle mescid eylemişlerdir (İstanbul’da örnekleri vardır); nitekim Avrupa’da yaşayan işçilerimiz bazen bir dükkânı veya terk edilmiş bir fabrika binasını, bir depoyu veya düpedüz satın aldıkları bir kilise binasını amaca uygun hale getirerek cami yapıyorlar. Bu gibi binaların kemersiz, kubbesiz, süslemesiz, hatta minaresiz (çünkü çoğu Avrupa ülkesinde minare ve ezan meselesi konusunda kısıtlamalar var) olması, temel özelliğini bozmuyor.


Şimdi yeniden gözden geçirirken fark ettim, bakınız yazarınız neler söylemiş:

“Hadleri tecavüz etmemek kaydıyla bir Müslüman sanatçı ile Müslüman olmayan bir sanatçıyı peşinen tefrik etmemizi gerektiren hiçbir ön şart yoktur. İslâm’ın getirdiği hadler insanın nefsine zulmetmemesini gaye edinir. Bu bakış açısı, hadlere itaat eden bütün sanat ürünlerini ve insan eserini ‘İslâmî’ hale getirir. Dünya üzerinde güzelliğin ölçüsü coğrafya ve kültür farklılıklarıyla değişebilir fakat ‘nefse zulmetmemek’ cihanşümul bir kriter olarak bütün bütün güzellik kavrayışlarını aynı eksende toplar ve bu noktada estetik kavrayışla din iç içedir; ne var ki bu kavrayışta, insanın sadece dinî veçhesi değil, hayatın tamamı görünür; sanat eserlerinin dışına taşan ve hayat dediğimiz sürecin bütününü kuşatan bir estetik.”


Görüyorsunuz ki hayli entel cümleler bunlar; yeri gelmişken belirteyim ki bir lâfın entel nitelik kazanması, ilk birkaç okumada zihinde bir mânâdan daha çok saygı uyandırmasına bağlıdır. Anlamadığımız şeylere daima bir ihtiyat eseri olarak saygı duyarız. Bu paragraf da en azından insanı, “Yakam kaymış mı, kravatın düğümü tam oturmuş mu, ceketimin düğmeleri ilikli mi” tarzında bir saygı telâşesine davet ediyor; o yüzden sizin için daha anlaşılır hale getirmek isterim. Demeye getirmişim ki, İslâmi olan şeyler nefsimize zulmetmemek noktasında Allah’ın koyduğu ölçülerdir; bu ölçülere –tesadüfen bile olsa- riayet eden bir gayrimüslim sanatçı ile Müslüman’ın eseri aynı noktada buluşabilir.

Farkındayım, konuya Ümraniye Belediyesi’nin fevkalade hayırhah bir toplantı haberiyle başlamış olsam da lâf lâfı açtı ve mevzu dağıldı gitti. Öyleyse bu yazıyı, eksik anlamalara meydan bırakmamak için, yukarıda bahsettiğim o fevkalade önemli makalenin sonuç paragrafıyla teklif ediyorum. Nasib olursa gelecek hafta asıl mevzuya geçeriz.

O paragraf şöyle:

“Bugünün dindar kuşakları, İslam sanatı diye varlığını vehmettiğimiz geleneği sürdürmekte tam bir ebter çaresizliği sergilemektedir. Din’in, tarih, toplum ve gelenek mahpesinde bunaltılmış yorumu, bırakınız hayatı teşrih ederek onu şimdiki zamanın suallerine ferah-fahur cevaplar üretecek tarzda canlı kılmayı, kendi hayatiyetinin meşruluğunu bile üretebilmek kabiliyetinden mahrum görünmektedir. Din, gelenek ve ritüele mahkûm edilmiştir. Gelenek, aynen tekrarı gereken bir tefsir mecmuası değildir; gelenek dediğimiz birikim, yeniden üretildiği takdirde manidar bir hareket noktası teşkil edebilir. Geleneği yeniden üretmek, hadler muvacehesinde hayatın tamamını göğüsleyebilmek cesaretiyle mümkün.”

Şöyle toparlayalım: Müslümanlar güzelliği inşâ ile görevlidir ama hangi alanda olursa olsun. İslâmi olan aynı zamanda insânidir ve güzel olmak zorundadır.

Arkası haftaya efendim...

[email protected]