Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Deniz Baykal, anayasa değişikliklerinin çok tehlikeli bir kumar olduğunu, anayasa değişikliğinin anayasaya aykırı olduğunu, bu işten bir an evvel vazgeçmeleri gerektiğini söylüyor.

Deniz Baykal’ın hangi hususta niçin ve ne tarzda muhalefet ettiğini farketmek giderek güçleşiyor çünkü, mütemadiyen hemen herşeye karşı, dramatik bir edâ ile, “Yapmayın yoksa çok pişman olursunuz” mânâsına gelen şeyler söylüyor. Bir ülkede bir ana muhalefet partisi liderinin bu edâyla konuşması gereken pek az durum ve olay cereyan edebilir ama Baykal, son üç yıldır hep aynı edâ ile konuşuyor: “Durun yoksa mahvolacağız!”

Kabul etmeliyiz ki bu tatsız bir durum; Deniz Baykal 2007 yılının 30 Nisanı’nda buna benzer bir edâ ile Anayasa Mahkemesini tehdit ederek, “Anayasa Mahkemesi 367 milletvekili bulunmadan cumhurbaşkanı seçilebileceği yönünde karar verirse Türkiye tehlikeli bir çatışmaya sürüklenecektir.” demişti ve galiba AYM üyeleri vahim ikazı ciddiye almaları gerektiğine hükmederek sayın Baykal’ı üzmemişlerdi. Ne var ki, sonraki gelişmeler, pekâlâ 367 kişi olmaksızın cumhurbaşkanı seçilebileceğini gösterdi ve Türkiye tehlikeli çatışmalara sürüklenmedi. Bugün, Deniz Baykal’ın, seçilmemesi için AYM üyelerini bile tehditten çekinmediği kişi Cumhurbaşkanı’dır.

Bu realitenin bir anlamı yok mu?

“VATAN TEHLİKEDE!” Mİ?

Deniz Baykal’ın mağmum ve hayli mütehayyir bir edâ ile durup dinlenmeksizin, “Vatan tehlikede!” sinyalini vermesi, seçmenlerine yönelik bir imdat çığlığı değildir; Baykal, başkalarının “vatan tehlikede” olarak anladığı imdat çığlığı ile aslında bürokrasinin uç noktalarında kireçlenmiş bir tabaka hâlinde tutunan yüksek bürokratlara, “Haydi artık ne yapacaksanız yapın; bu defa durumu değiştirecek gibi görünüyorlar” haberi yollamaya çalışıyor.

Anayasa değişiklik taslağına karşı geçen hafta HSYK üyelerinin toplu hâlde yaptığı basın toplantısı, sinyalin yargı yüksek katlarında algılandığını gösteriyor. HSYK sözcüsü ile Baykal aynı endişeyle hemen hemen aynı kelimeleri kullanarak aynı gerekçenin altını çiziyorlar: “Anayasa değişikliği anayasaya aykırıdır.”

Aslına bakılırsa, “Biz onaylamadıkça anayasanın hiçbir yerine dokunamazsınız” demeye getirdikleri açık. AYM, birkaç yıl önce anayasa değişikliğini, yine CHP’nin itirazı üzerine anayasanın tarif ettiği yetkilerinden taşarak “esas”tan ele alarak incelemiş, geçersiz saymıştı. O gün beliren gerçek, Batı dillerindeki tabiriyle “Juristocracy” idi; Jüristokrasi, yani hâkimler devleti, yani yargının, hukukun arkasına gizlenerek yürütmenin önüne geçmesi, yasamayı tâli bir fonksiyon hâline indirgemesi.

Olup bitenlerin hikâyesini tam kavramak için biraz geriye gitmemiz gerekiyor. Şöyle ki:

TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU

PARADOKSU!

Türkiye Cumhuriyeti, kurucuları tarafından, “bizden başkası yönetmesin” diye tasarlanmış gibidir. 1924 Anayasası, bilinen bütün muhalif unsurlar dışarıda bırakılarak yapılan bir “seçim”in sonunda teşkil edilen bir meclisin eseriydi. 1923 yılında tazelenen Meclis’e muhaliflerin bir türlü girebilmeyi başaramamış olması da son derece ilginçtir. BMM, ikinci döneminde önce Lozan anlaşmasını onayladı (23 Temmuz 1923), ardından 11 Mart 1924 tarihinde Meclis, yeni bir Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yaparak, Anayasanın ve Meclisin üstünlüğüne dayalı yeni bir rejim biçimlendirdi. Daha sonra Meclis üyelerinden haylicesinin Ankara’da bulunmadığı bir esnada hükûmet krizinin aşılamayışı gerekçesiyle 29 Ekim’de Cumhuriyet ilan edildi. Müteakip sene Meclis içinde Millî Mücadele’nin bir kısım önderleri tarafından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, muhalif bir kimlikle ortaya çıktı; bu parti Şubat 1925’de patlayan Şeyh Sait İsyanı’nı teşvik etmek ve ona cesaret vermek gerekçesiyle baskı altına alındı; 4 Mart 1925’de kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu, ülkede serbest muhalefeti ve basını hükûmetin denetimine tabi kılınca TCF’nin mukadder akıbeti belli olmuştu: TCF 5 Haziran 1925’de kapatıldı ve ülkede fiilen “Tek Parti yönetimi” başlamış oldu. Tek Parti dönemi, cumhuriyetin ilk serbest seçimlerinin yapıldığı 1946’ya kadar devam etmiştir.

1924 Anayasası, “Hiçbir kanun Teşkilât-ı Esasîye Kanununa münafi olamaz” maddesini getirmesine rağmen, kanunların anayasaya uygunluğunu Yargıtay ve Danıştay’a devretmek yerine yine meclise bırakmak suretiyle Meclisin üstünlüğü prensibini güçlendirmişti. Bu anayasa Meclise hükûmeti her zaman görevden alma ve denetleme yetkisi verirken, hükûmete meclisi feshetme hakkı tanımıyordu ki bu şekliyle oluşturulan yönetim anlayışına “Kuvvetler birliği ve görevlerin ayrılığı” sistemi adı verilmiştir. Yasama ve yürütme erkleri birleştirilerek mecliste toplanmış gibi görümekteyse de pratikte ancak Cumhurbaşkanı ve hükûmet aracılığı ile kullanılabilmekteydi. Bu sistemde yargı, olağanüstü mahkemelerin teşkil edilebilmesi, tabii hâkim ilkesini görmezden gelişi, idarenin işlemlerine karşı Danıştay’ın güçsüz bırakılması gibi gerekçelerle, Osmanlı Kanun-ı Esasisi’nden daha geride durmaktaydı.

DEMOKRATİK DEĞİL

BÜROKRATİK İKTİDAR

Kısacası 1924 Anayasası, Tek Parti yönetiminin daima iktidarda bulunduğu, seçim zamanlarında vekil aday listelerinin CHP genel merkezlerinde yapıldığı, hatta ve hatta CHP’nin altı ok ilkesinin anayasaya geçirildiği bir metindir ve demokratik olduğunu ileri sürmek için hayli geniş bir hayal gücü istemektedir; nitekim CHP hükûmette bulunduğu süre içinde nedense hiç anayasa krizi çıkmamıştı. Kriz, aynı anayasal yetkileri 1950’den sonra ardarda üç seçim kazanan DP hükûmetleri zamanında zuhur etti. Devletin omurgasına eklemlenen ve kireçlenen CHP’li öz, yeniden bürokratik iktidarını tesis edebilmek için ordu içindeki orta rütbeli subayların kurduğu cuntaya önce göz yumup ardından darbeyi alkışlayarak alelacele 1924 Anayasası’nı yürürlükten kaldırdı. 24 Anayasası’nın kuvvetler birliği ilkesini yeni anayasada sürdürmek mümkün olmadığı için, çözüm, CHP taraftarı bürokratik kadroların güçlendirilmesi ve kapalı bir sınıf hâline getirilerek meşruluk kazanmasında bulundu. CHP’nin seçim yoluyla eskisi gibi tek başına iktidar kazanması muhal ihtimal görüldüğü için bürokratik ve devamlı iktidar mevzileri tasarlandı. 1961 Anayasası’nda Ordu, Senato, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, özerk Üniversite ve TRT gibi kurumlar, “her nasılsa seçim kazanmayı başarabilmiş yığınların iktidarı”na karşı bürokrasinin sağlam kaleleri olarak tahkim edildiler. Aynı tahkimat ve mevziler 1982 Anayasası’nda yerini korudu ve güçlendirildi.

BÜROKRATİK İKTİDARIN SONU

Dünden bugüne değişen şudur: 2007 krizine kadar ordu üst yönetimi, bürokratik iktidarın ayakta durması için aktif rol üstlendi ve etkili oldu. 2007’den sonra ordu içindeki politikaya eğilimli cuntalar deşifre olmaya başlayınca, nisbi olarak devreden çekilmek zorunda kaldı ve yük, yüksek yargının üzerinde yoğunlaştı.

Anayasa değişikliği paketinin en önemli iki maddesi AYM ve HSYK’nın yapısında reform öngören hususlardır; bu iki madde, yüksek yargıdaki oligarşik yapılanmayı yine aynı meslek grubu içinde daha demokratik bir tarzda genişlettiği için büyük tepki topluyor.

CHP Genel Başkanı Baykal’ın mağmum ve mütehayyir bir edâ ile seslendirdiği “Vatan tehlikede!” mesajını, bir de bu bilgilerin ışığında değerlendirmek gerek.