Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Son günlerin en sevindirici haberi, Yargıtay Başkanlığı'na Sayın Sami Selçuk'un seçilmesi oldu. Türkiye Günlüğü dergisinde yayınladığı fikri hamulesi yüksek hukuk makaleleri ile gıyaben tanıdığım bir hukuk aliminin bu şerefe nail olması hemen herkesi sevindirdi. Gecikmiş de olsa Sayın Selçuk'u kutluyor ve yeni vazifesinde başarılar diliyorum.

Yargıtay Başkanımız, iki gün önce 1982 Anayasası'nın tamamen değiştirilmesi yolunda verdiği beyanatla, Türkiye'nin önemli problemlerinden birinin de "anayasa" olduğunu hatırlattı. Anayasa hukukçusu değilim, anayasa tekniğine aşina olduğum da söylenemez; ama ne zaman herhangi bir gerekçeyle anayasaya bakma ihtiyacı hissetsem, sıradan bir vatandaş nazarıyla devletin vatandaşını ne kadar güvenilmez bulduğunu gösteren sayfalar dolusu "takyid" ifadelerinden eza duyduğumu belirtmeliyim. İlk iki satırda tanınan bir hakkın, hemen akabinde on beş-yirmi satırla budandığını görmek, o anayasa metninin aslında devlet tarafından vatandaşlara bahşedilmiş bir "atiyye" olduğunu gösteriyor. 1982 Anayasası, gereğinden fazla "devletlu" bir metin; devletin diliyle ve üslubuyla konuşan bir metin ve yurttaşların, ilk fırsatta temel hak ve hürriyetleri bahane ederek anayasayı kevgire çevirmeye kalkışacağından şüphe duyan bir metin. Halbuki anayasalar ruhu itibariyle devletle vatandaşı aynı derecede bağlayan birer sözleşmedir. Nitekim Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, yeni anayasa yapılırken devletle vatandaş arasındaki ilişkinin anayasa üslubuna nasıl yansıması gerektiğini şöyle ifade ediyor: "Hukukun üstünlüğü temelinde gelişen ve ona dayanan bir anayasa Türkiye için zorunludur. Bunun nedeni şudur; hukuk devleti dediğiniz zaman devlet hukuku belirler. Hukukun üstünlüğü dediğiniz zaman devlet ile birey hukuk karşısında eşit düzeydedir ve hukuku toplum belirler."

Türkiye takriben 125 seneden beri iyi kanunla problem çözülebileceğine duyduğu saf inancın acı tecrübelerini yaşıyor. İyi kanun yapmak her zaman yaraya merhem olmuyor; ama bir hakikatin altını çizmeli; toplumun gerçek ihtiyaç ve taleplerini nazar-ı dikkate almadan yasama uzvundan geçirilen kanun metinlerinin çoğu fiilen kadük hale gelmiştir. Bana göre bu defa durum farklı: 1950'li yıllarda demokrasiyi kaymakamın odasına kapıyı vurmadan sellemehüsselam girmek diye anlayan kavrayış, elli yılda hayli olgunlaştı ve değişti. 1961 Anayasası, Türk aydınlarının pembe rüyasını kağıda geçirdi ve başarılı olamadı çünkü tabandan, milletin vicdanından yükselen gerçek bir taleple desteklenmiyordu. 82 Anayasası, aydınlardan ziyade "devletlu"ların kaleminden çıktı ve anayasanın temel endişesi, 61 Anayasası'ndaki "lüks" maddelerin önünü kapayarak idareyi, dolayısıyla devleti güçlendirmekten ibaretti. Bir ifradı diğer tefrit dengeleyemedi; ama öyle sanıyorum ki Türk toplumu bugün "demokrasi" denilen nimetin gündelik hayatında ve devletle ilişkilerinde ne kadar toplumdan yana düzenlemeler getirdiğini iyice fark etti.

Öteden beri sivil fikir odaklarının birer anayasa taslağı hazırlayarak tartışmaya açmalarını münakaşa ederdik de kimileri, "aman yerin kulağı var" endişesiyle duymazdan gelirlerdi. Halbuki bir anayasa metni, mer'i veya taslak haliyle devletin yapısını, vatandaşın devletle münasebetini ve evvelemirde "haklar" meselesini nasıl tasavvur ettiğini gösteren çok önemli bir belgedir. Bugüne kadar sivil odakların böyle bir teşebbüse giriştiğini duymadık; ama artık vaktidir. Öğrenci derneklerinden sendikalara, basın kuruluşlarından vakıflara kadar fikrine güvenen, "Türkiye böyle yapılanmalı ve yönetilmelidir" diye görüş beyan edilebilecek herkes, bu defa asırlara mukavemet edebilecek bir anayasa için kolları sıvamalıdır.

Anayasa yapılırken bu defa "toplum" da konuşmalı ki, anayasadaki yeri, "devletlu"ların insafına kalmasın.