Yeni siyaset elitlerinin iktidarla imtihanı

Müslümanlar, modern zamanlar boyunca "muktedirlerin tevâzusu" bahsinde iyi örnek olamadılar, bir yanda dikta yönetimini, şahsi ve keyfi idareyi, baskı metodlarını benimserken öte taraftan debdebeye, saltanat gösterilerine, alâyişe düşkünlük gösterdiler.

Müslümanlar, modern zamanlar boyunca "muktedirlerin tevâzusu" bahsinde iyi örnekolamadılar, bir yanda dikta yönetimini, şahsi ve keyfi idareyi, baskı metodlarını benimserken öte taraftan debdebeye, saltanat gösterilerine, alâyişe düşkünlükgösterdiler.Allah nimetlerini üzerinizde görmek ister" nüktesinin içini nasıl doldurmalı; Müslümanlığın âlâmetleri belli: çokça hamd, her daim "havf ü recâ", yani korku ile ümit arasında karar kılan bir âhenk üzre bulunmak, salât"ı, yani Allah"ın zikrini hiç akıldan çıkarmamak, tevazu, feragat, merhamet, yardımlaşma. Hadiste kasdedilen "ni"met" insanın yaradılış maksadına en uygun davranışlar içinde bulunması mıdır, yoksa akla gelen ilk yorumuyla düpedüz dünya ni"metlerinden nasibimize ne düşmüş ise gönül rahatlığı ile bu gibi nimetlerin tasarrufuna cevaz mı verilmektedir? Yoruma açık bir mesele!

Horasan"ın köpekleri

İnsanlar gibi toplumlar da çeşitli sûretlerde imtihana tâbi oluyorlar; vâriyet veya yoklukla, felâket veya saadetle. İslâm literatüründe "sabr", imtihanların menfi veya müsbet çehrelerinde daima tavsiye olunagelmiştir. Yokluk veya felâkete sabretmek nisbeten anlaşılır bir şey; peki, vâriyet veya saadetin "sabr"ı nedir?Kâğıt üzerinden bu suale cevap vermek kolay ve mümkün; derler ki iki âlimden biri, sohbet esnasında muhatabına,

-Varlık ve yokluk günlerinde nasıl davranırsınız, diye sual etmiş; cevap,

-Varlığa şükreder, yokluğa sabrederiz!

Bunun üzerine suali soran âlim şöyle cevap vermiş: "Bizde Horasan"ın köpekleri de böyle yapıyorlar!" Muhatabı şaşırmış,

-Peki siz ne yaparsınız?

-Biz vâriyeti sabırla, yokluğu ise şükrancalıkla karşılayanlardanız!

..

Her iki cevap da doğru, her iki cevap da yaslandığı yorum birikimi itibariyle saygıyla karşılanmaya lâyık tavırlardır bana göre; "Allah ni"metlerini üzerinizde görmek ister" hükmüne her iki bakış açısı da özü itibariyle doğru ama yorumu bakımından farklı cevaplar vermişlerdir.

Müslümanların vâriyet imtihanına verdiği cevaplar, tarihi tecrübe bakımından, "Allah ni"metlerini üzerinizde görmek ister" düstûrunun hayli "liberal" bir bakış açısıyla anlaşıldığını gösteriyor. Meselâ siyasi iktidarın baştan çıkarıcı câzibesine karşı direnmek noktasında ilk dört Halife"nin emsâlsiz bir tevazu sergilediklerinde İslâm tarihçileri hemfikirdir ama Muaviye"nin iktidar günlerinde bazı iktidar seçkinlerinin, iktidar ni"metlerini tasarruf etmek noktasında birdenbire "sıradan" davranmaya başladıklarını görüyoruz. Saray yaptırıp içinde oturmak, yakın koruma için silahlı birlik gezdirmek, iktidarı kendi hanedanına hasretmek, süslü ve pahalı libaslar giyinmek, daha lezzetli ve zahmetle hazırlanmış yemekler yemek gibi.

Ahmet Cevdet Paşa diyor ki, "Medine"nin sokaklarında "savulun yoldan, feşmekân geliyor" diye bağırarak yol açtırma âdeti ilk defa bu devirde görüldü ve kötü bir gelenek olarak kaldı.

"Evet zamanla âdetler değişir, yeni zamanlar yeni müesseseleri gerekli kılar; bugünün devlet ricâli için korumasız sokağa çıkmak, anlam itibariyle tevâzudan ziyade tehlikeye açık kapı bırakmak demektir ama tevâzu her zaman ve her yerde tevâzudur; asıl nükteyi saklı tutmak kaydıyla bu inceliği her zaman ve mekânda tatbik mümkündür.

"Demokratik liderlik" Müslümanlarındünyaya katkısı olmalıydı!

İslâm tarihinde yönettiği insanlar gibi yaşamaya rıza göstermiş ve bunu bir siyasi ahlâk düsturu haline getirmiş yöneticilerin sayısı, menfi örneklerden daha azdır. Osmanlı pâdişahları, Cuma selamlığına çıktıklarında ahalinin "mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var" diye seslenmelerini belki de bu yüzden gelenek haline getirmişlerdi. Günümüz şartlarında tevâzunun kamu işlerindeki karşılığı "demokratik liderlik" modelidir. Daha ziyade Benelüks ülkelerinin yöneticilerinde görüp hayran olduğumuz bisikletle veya tramvayla işine giden devlet adamı modeli, aslında yönettiği insanların hayat standartlarını paylaşmaya gönlüyle rıza gösteren bir siyaset ahlâkının adamıdır. İşin doğrusunu konuşmak gerekirse Müslümanlar, modern zamanlar boyunca "muktedirlerin tevâzusu" bahsinde iyi örnek olamadılar, bir yanda dikta yönetimini, şahsi ve keyfi idareyi, baskı metodlarını benimserken öte taraftan debdebeye, saltanat gösterilerine, alâyişe düşkünlük gösterdiler. Halbuki İslâmî birikim, tam da bu konuda bütün dünya siyasetçilerine örnek olabilecek "demokratik liderlik" modelini çok zaman öncesinde bile ortaya koyabilecek kadar zengindi. "Efendimiz" ve onun dört sâdık takipçisinin siyaset üslûbunu bir de bu gözle okumalıdır. Bana göre İslâm, dünya siyasetine bu noktada çok önemli ve değerli bir katkı yapabilir, hatta, demokratik liderlik modelini çağlar öncesinden markalayarak isimlendirebilirdi.

Bu fırsat kaçırılmıştır; günümüzde kendini altınla tarttıran, son derece pahalı yat ve uçaklarda tenezzüh eden, ilk fırsatta şatafatlı haremler kuran, yakınlarını dünya nimetleriyle ihyâ eden, hâsılı servet, variyet ve iktidar nimetlerini ele geçirince "görmemişin oğlu" gibi davranan liderlerin çoğu, nedense hep İslâm topluluklarının yöneticileridir. İslâm birikiminin bu hususta hiçbir işe yaramadığını görmek feci bir haldir. Dünyada havsalasının alabileceği en büyük rüyası üç beş kabilenin reisi olabilmekten ötesine varmayan görgüsüz, tahsilsiz, ilimsiz ve birikimsiz -ama açıkgöz, kurnaz, kıyıcı ve sefih- "şeyh"lerin yerden fışkıran petrol sayesinde âdeta bir Firavun azametiyle kibirlenmelerine ne çok şahit olduk; halbuki "din"in siyasete yapabileceği en mühim katkı noktası işte burasıydı; yönettiği insanlar gibi yaşamak, onların sıkıntılarını paylaşmak ve onların her halinden sorumluluk duyan bir yönetici olmanın şuuruyla azametten, kibirden, alâyişten ve debdebeden kendi rızasıyla vazgeçerek dünyaya örnek olmak!

Bir siyaset rüzgârı olarak kısa zamanda esip gürledikten sonra hızını kaybeden "İslâmcılık", en azından demokratik liderlik konusunda kayda değer bir tez getirmeyi başaramadan sönüp gitti; ilginçtir.

Siz Raşit Halifeler tarihi okumaz mısınız hiç?

Abdest alırken ayağını, yakın koruma memuruna yıkatan bir Müslüman yönetici resmi görseniz ne düşünürsünüz bilemem; benim içim burkuluyor; başkalarının özel hayatı bizi ilgilendirmemeli ama bazı İslâmi değerleri bayrak gibi sallayarak seçmenden oy toplayan insanların, özel hayatlarında da İslâmi inceliklere riayeti beklenir ve tevazu bu erdemlerden ilkidir; konuşurken, eleştirirken tevazu, yerken içerken tevazu, gövde gösterisi yaparken bile tevazu (hervele), siyasi projeksiyon yaparken tevâzu.

Size iktidar ve nimetleri verilir, iltifat zannedersiniz, halbuki imtihandır ve bu ağır imtihanın kapsamına hükümet programından sosyal münasebetlerinize, servetinizin menşeinden evlâdınızın giydiği pabuca kadar pek çok şey girer. Ni"mete şükretmek yetişmez belki, sabretmesini de bilmek gerekir.

Siyaset hayatının yeni (seçilmiş) elitlerini, bu gibi inceliklere riayette gereğince titiz görmüyorum; evlâdınızı dünya evine sokuyorsunuz, aile içinde mütevazı bir nikâh merasimi yaptırmak da mümkün ama siz Türkiye"nin en büyük spor salonunu tutarak onbin kişiyi aşkın bir davetli ordusunu tercih ediyorsanız, bu düğünün imâen de olsa politik bir gösteri halini almasını murad etmişsiniz demektir; ne gerek var? Kezâ yüzbinlerce genç kız, kanuni mahzur öne sürülerek başörtüsü sebebiyle okuma hakkından men edilmişse, sizin kızlarınızın yurtdışında okuması "şahsi ve özel bir çözüm" olabilir ama bu tercihte vicdanları yaralayan bir kolaycılık da vardır. Bir yönetici için ülkenin bütün genç kızları kendi öz kızı, ülkenin bütün işsiz delikanlıları kendi öz evlâdı gibi değer taşımalı; birisinin mürüvvetini kutlamak için seçilen üslûp çoğunluğunkinden farklı olmamalı. Şahsen hakkınızdır, parasını öder âlâyişi tercih edersiniz lâkin mâşeri vicdana terstir.

Eğer farkında iseniz siz, selefleriniz gibi değilsiniz; onların standartlarına meydan okuduğunuz, onların tercihlerini eleştirdiğiniz için halkın teveccühüne uğradınız; "başkaları yaparken hoş da, ben aynı şeyi tercih ederken niçin kabahat" diye sormak hakkınız yok. Sizin bir iddianız var, olmalı, olmalıydı. Başkalarına, yani seleflerinize benzemekse muradınız bu çok kolay ve zaten bunun gereklerini yerine getiriyorsunuz ama o farklı üslûbu, o "tevâzu"u siyaset felsefesi haline getiren dirâyeti sergilemekse murad olunan, dikkat, tökezliyorsunuz.

İktidara katlanacaksınız efendim, ni"metlere hem şükr, hem de sabr edeceksiniz; iktidar alâmetlerine akkordan bir ateş gibi yaklaşacak, elinizi yakmayacaksınız; "ama elim yanmıyor ki, pekâlâ tutabilirim" dediğiniz anda yandınız...

Neden bahsediyoruz biz burada? Ele talkın vermek kimin haddine, hele bunlar devrin muktedirleri ise?

Biz "kitab"da ve kitaplarda okuduğumuz güzelleri yaşarken görmek istiyoruz efendim; zihnimiz biraz karışık; diliyle "ışık" diyenin bütün bedeniyle ışımasını bekleyenlerin safderunluğu belki de. Biz yöneticilerimizden Ebu Zer gibi gözü tokluk, Ömer İbn Abdülaziz gibi hikmete sadâkat, Hazreti Ali"nin hissettiği türden bir yakıcı sorumluluk duygusu, Hazreti Ebubekir gibi tevazu ve Hazreti Ömer gibi celâdet bekliyoruz; evet çok şey bekliyoruz ama beklentilerimizin yüksekliğidir bizi yüceltecek olan!


Kaynak (Arşiv)