Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Arz yine deprendi; ayağımızın temasıyla ezelden beri bizde güven hissinin kaynağını teşkil eden toprak yine sarsıldı; yeryüzünü sabitleştirsin diye devasa çiviler gibi toprağa çakılan dağlar yine kımıldadı; deprem oldu!

Ayağı hep yere basarak yaşayan bizler için deprem başa geldiğinde katlanılır musibetlerden. "Bu deprem niçin oluyor, arz niçin sarsılıyor?" sualine uzmanlar teorik açıdan şimdiye kadar yanlışlanamayan "doğru" cevaplar veriyorlar: Üzerinde yaşadığımız yeryüzünün içi erimiş ateşle dolu; yanardağ kraterlerinden fışkıran lavlar, yerkabuğu içindeki akkora nisbetle hayli soğumuş olarak yeryüzüne çıkıyorlar. Ayağımızı yere sağlam basmak, aslında bastığımız yerle dünyanın merkezi arasındaki 6 bin 400 kilometrelik mesafeyi dolduran ateşten bir eriyik kütlesinin üstünde sendelemeden durmak anlamına geliyor. Bunlar hep bilinen şeyler; ama yerden sekiz-on bin metre yükseklikten aşağıya doğru bakıldığında dağların heybetli ağırlığı, yeryüzünün kendinden emin ve dengeli bir şekilde yayılmışlığı o derece etkili hissediliyor ki, işte o anda nasıl bir gücün bu muazzam arz silsilesini kımıldatabileceğini tahayyül edemiyorsunuz. Fiziki izah kolay, anlaşılır ve makul; ama aynı bilgiyi arz üzerine tatbik etmek çok zor. Neredeyse dünyanın kütlesi kadar büyük bir eriyik ateş topunun üst tabakalarında gezinip duran ince bir kabuğun üstünde küçük saadetleri büyüterek yaşıyor, rızk ve dünya nimeti namına neyimiz varsa o incecik kabuk üstünden temin ediyoruz. Bitmedi, yeryüzünün üçte ikisini kaplayan sular da o ateş topunun üstünde duruyor.

Evet, üstünde yaşadığımız kabuk, krokilerde pek ince görünüyor ama yeterince düşünüp akletmeyenler için hiç sarsılmazmış gibi muhkem, ağır, kalın ve masif bir intiba veriyor. Sarsılınca dehşete kapılmamız bu yüzden; en güvendiğimiz istikrar unsuru birkaç saniyeliğine depreniverince su terazisi dengesi üzerine bina edilmiş bütün düzenimiz birbirine giriveriyor. Yerin on bin metre altındaki fay kırığını tahayyülde zorlanıyoruz ama otuz-kırk kilometre daha arzın merkezine doğru inince akkor halindeki ağır metallerin içten içe birbirini tutuşturduğu, tasavvuru imkansız bir akkor seyyaliyetini -teorik olarak bilsek de- hesaba katamıyoruz. O ateş topunu çepeçevre saran ve üstünde yeşillikleri, toprağı ve suyu tutan ince kabuk, aslında dünya namına tasavvur ettiklerimizin ta kendisi.

"Deprem niçin oluyor?" sorusundan ziyade "Niçin her zaman deprem olmuyor da yerkabuğu sakin ve hareketsizmiş gibi durabiliyor?" sorusunu sormalı değil miyiz? Bir bardak çayı bile üç-beş adım taşırken tabağa çay dökülmesini engelleyemeyen bizler için yerkabuğunun deprenmesi değil, deprenmeden sabit durabilmesi hayret verici olmalıydı.

Müspet ilimlere saygımız büyük; ama bugünkü müspet ilim birikimimiz, ateş denizinin üstünde yüzen ince litosfer kabuğunun davranış biçimini tam manasiyle anlamamıza bile yetmiyor. Statik ilmine tam bir sadakatle ne kadar itaat etsek de, "Zor oyunu bozar" hesabınca statiğin iflas ediverdiği kriz anları da yaşıyabiliyoruz pekala; öyleyse statik kurallarına mutlaklık izafe etmek abes: Saygı duymakla tapınmak arasındaki fark bu. Bu depremler, naçiz kanaatimce bizlere "mutlak bilgi"nin kimin ye'dinde olduğunu hatırlatıyor. Yerkabuğu bilgisine muhtacız; ama ona hükümran değiliz; peki aslında neyin hükümranıyız ki?

Yer de sarsılırsa ne sarsılmaz ki? İlimperestler, "Fırsatını buldu ya, rölativizm satmağa kalkışıyor" diye dudak bükebilirler. Doğrusu bu ya, bilgi hakkındaki kanaatlerimizi düzeltmedikçe bilginin hayrını göremeyeceğiz. Üstelik bilgi eksikliğimiz, artan bilgi miktarına rağmen katlanarak derinleşirken bilginin bilgisizliği ile (ki cehalet buna derler) malul bulunmak pek ümit kırıcı. Cehaletin de galiba en azgın derecesi dünya nimetiyle mağruren körleşmek.

Yer sarsılıyor yer; fiziki bir hakikat bu; işin metafiziğinden daha sayfa açmadık bile!