YÖK dilemması

Üniversite rektörlerinin seçim usulü meselesi yeniden gündemde. Cumhurbaşkanı'nın Osmangazi Üniversitesi rektörünün atanma evrakına iliştirilmiş bilgi notu sebebiyle bir grup gazeteciye yaptığı açıklama, geçtiğimiz hafta içinde kamuoyunda geniş yankı buldu. YÖK Başkanı da hemen cevaba geçip, "Bizden Köşk'e böyle bir bilgi notu gitmez" diyerek kurumunu ve şahsını savundu. Böylece Cumhurbaşkanlığı ile YÖK Başkanı, dolaylı yoldan da olsa birbirine târizde bulunan tavırlar sergilediler.

ŞİMDİKİ SİSTEM NEDİR?

Halen uygulamada bulunan rektör belirleme sistemi, 12 Eylül 1980 Dönemi'nin izlerini taşıyan garip bir uygulama. Buna göre üniversitenin öğretim üyeleri, belirlenen günde seçim sandığına giderek adaylığını ilan etmiş meslektaşları hakkında tercihte bulunuyorlar. Bu uygulamaya göre aday olmak için o üniversitenin mensubu bulunmak gibi bir şart aranmıyor. Daha sonra oylar sayılarak aldığı oy sırasına göre ilk altı adayın ismi bir zabta bağlanıp YÖK'e gönderiliyor. YÖK ise -üniversitelerden gelen sıralamayı dikkate almak şartına bağlı bulunmaksızın- bunlardan üçünü seçerek Cumhurbaşkanlığı'na sunduktan sonra Cumhurbaşkanı üç kişiden birini rektör olarak tayin ediyor.

Bu bir seçim değil; başlı başına bir tayin de değil; ikisinin arasında garip bir uygulama: 200 öğretim üyesi bulunan bir üniversitede, dışarıdan aday olan bir profesör, iki veya üç oy alabildiği halde "kanuni süreç"ten geçerek pekâlâ rektörlüğe atanabiliyor ve neticede oy kullanan öğretim üyelerinin iradesi hiçbir işe yaramayabiliyor. Açıkça belli ki bu seçim, kaba-saba bir ön eleme turudur ve seçimde en çok oyu almanın hiçbir anlamı bulunmamaktadır.

Bu sistem, devletin memuruna, daha doğrusu öğretim üyesine güvenmediğini göstermesi bakımından çok dikkat çekicidir.

BİZİM KAMU YÖNETİMİ ANLAYIŞINDA MEMUR ÂMİRİNİ SEÇMEZ!

Yıllar önce bu garip uygulamadan artık vazgeçilerek üniversite rektörlerinin doğrudan tayin usulüyle göreve getirilmelerini savunmuştum; gerekçem çok basitti: Devletin üniversiteleri, özel kanunla kurulmasına ve personel rejimi itibariyle farklı bir kanun statüsüne tâbi bulunmasına rağmen neticede birer kamu kurumudur; bir kamu kurumunda görevli personelin kendi arasında seçim yaparak âmir adaylarını belirlemesi, kurum içi huzursuzluklara, en hafifinden gruplaşmalara ve sert bölünmelere yol açacağı için faydadan çok zarar getirmektedir.

Bu fikre yöneltilebilecek en mâkul eleştiri şöyle olabilir: Üniversite öğretim üyeleri sıradan memur değil, "akademik" mâhiyet taşıyan kişilerdir; bu bakımdan diğer kamu görevlilerine göre daha âkîl, daha basiretli sayılırlar ve böyle bir uygulamada seçmen sıfatı taşımalarını hazmedebilecek olgunlukta kişilerdir. Kâğıt üzerinde akla yatkın görünen bu hesabın doğru olmadığını herkes biliyor. Kanunun çıktığı tarihten bu yana her üniversite en az beş-altı seçim yaşadı ve bu seçimlerin hepsi kurum içi gerginlik ve tatsızlıklara sebep oldu; üstelik seçimin sonucu ile atanan kişi arasında nâdiren isâbet görülebiliyordu!

İlk üçe kalan rektör adayları ve onların yandaşları, tabiatıyla gerek YÖK, gerek Cumhurbaşkanlığı nezdinde kulis faaliyetine geçerek torpil arıyorlar; bununla da yetinmeyip rakiplerinin aleyhine olabilecek bilgileri başkalarıyla paylaşmakta hiçbir akademik veya bilimsel mahzur görmüyorlardı. Cumhurbaşkanı'nın yakındığı "bilgi notu" benzeri yüzlerce, belki binlerce notun vaktiyle nasıl havalarda uçuştuğunu, adı sanı bilinmeyen fakat adresi pekâlâ herkesin mâlumu bulunan internet sitelerinde ne türlü akla ziyan iddia ve iftiraların yazılıp çizildiğini kamuoyumuz pek bilmez lakin her üniversite mensubu bu tatsızlıklardan haberdardır.

Üniversitelerimiz, zannedilenin aksine dedikodu ve çekememezliğin hayli yoğun yaşandığı işyerleridir.

YÖK YOK EDİLEMEZ; MARİFET ISLAHINDADIR

Eğri oturup doğru konuşalım; Türkiye'de Yüksek Öğretim Kurumu bir ihtiyaçtan doğmuştur ve bu ihtiyaç hâlâ devam etmektedir; dolayısıyla "YÖK, yok olsun; kaldıralım gitsin" nevinden tepkilerin ciddiyeti olmaz. Türkiye'de hiç devlet üniversitesi kalmasa bile YÖK benzeri bir kuruma yine ihtiyaç duyulacaktır. Bütün mesele YÖK'ün işleyişinde. Bu işleyiş tarzıyla YÖK, Türk üniversitelerinde -kendi personelini- "iyi adam-yaramaz adam" tarzında bir ayrıma tabi tutmuştur ve gerçeği reddetmenin mânâsı yoktur. Özellikle Süleyman Demirel'in cumhurbaşkanlığı zamanında atanan YÖK başkanı ile başlayan bu süreçte YÖK yöneticileri, kendilerine göre "iyi adam"ları koruyup gözetmişler ve işin en can alıcı tarafı itibariyle bu koruma ve kollama işlemi esnasında "iyi bilim adamı olmak, iyi idareci olmak, iyi bir akademisyen olmak, entelektüel nitelikleri haiz bulunmak" gibi kriterlere itibar etmek yerine kendi zihni tutumlarını temel kriter kabul etmişlerdir.

Böylece YÖK, bürokratlar iktidarının en sağlam, en sarsılmaz kalesi şeklinde tahkim edilmek istenmiştir. Öğretim üyeliği ile yetindiği yıllarda herkesin saygı duyduğu, bilimsel görüşlerine itibar ettiği şimdiki YÖK Başkanı'nın, YÖK'e atanınca kendini bu misyonu yerine getirmekle muvazzaf sayarak çok farklı bir insan sûreti çizmesinin temel sebebi bu; herkesin bildiği, hadiselerle defalarca ispatlanmış bir keyfiyet.

EN KÖTÜ TERCİH, RÖVANŞİST YAKLAŞIM!

Yakınlarda yeni bir YÖK başkanı atanacak; atanacak kişinin iktidarın ölçülerine göre "makbul bir insan" olması meseleyi çözmez. Bu safhada yapılabilecek en kötü şey, "şimdiye kadar onlardan atandı, şimdi de bizden birisi atansın" yaklaşımı olur.

Yapılabilecek en iyi şey ise kişiler üzerinden polemik savaşları sürdürmek yerine YÖK sistemini ıslah etmektir; bu ıslahatın tek amacı, Türkiye'de bilim kuruluşlarının başarısını, itibarını sağlamak olmalıdır.

Bu dilemmayı çözen heyeti Türk bilim camiası yüzyıllarca rahmetle anacaktır.

AKLINIZDA BULUNSUN: ASTEĞMEN EDEBİYATI'NIN İLK ESERİ Mİ?

Ahmet Özcan tarafından kaleme alınan ve "Operasyon Var Bu Gece / Bir Komando Asteğmenin Güneydoğu Hatıraları" (Kent kitap, 2007) adını taşıyan kitap, edebiyatımızda yeni bir türün ilk eserinden biri olarak değerlendirilebilir: Hepimizin bildiği gibi "askerlik hatıraları", erkekler arasında bitip tükenmek bilmeyen bir sohbet mevzuu olarak sözlü kültürde yerine alırken, yazıya dökülmesi nedense kimsenin hatırına gelmemiştir. Muvazzaf subayların hayli hatıra kitabı yayınladığını biliyoruz; fakat muvazzafların bakış açısı, çalıştıkları kuruma içerden bakışı aksettiriyor. Asteğmenler ise geldikleri ilk günden beri "geçici" sıfatını taşımakla beraber muvazzaflar kadar sorumluluk yüklenen insanlar. Yedek subayların bakış açısı bu bakımdan önem taşıyor.

Ahmet Özcan, vaktiyle şiirle hayli uğraşmış olmalı. Yaşadığı sert hadiselerin anlatımında yer yer şiirin kuytuluklarına sığınarak güzel bir esere imza koymuş; Tebrik eder, bu velud kalemin başka eserlerini de bekleriz.


Kaynak (Arşiv)