YÖK ve yek farketmez: ''Yaram derindedir sarabilmezsin''

YÖK Kanunu"nun gerçekten ıslaha muhtaç tarafları olabilir ama zaafiyetimiz kanunun yetersizliğinden veya kötülüğünden değil, (akademik) insan malzememizin eksikliğinden kaynaklanıyor.

Yüksek Öğretim Kurulu"nu yeniden düzenleyen hükümet tasarısı hakkında bugüne kadar müsbet veya menfi bir görüş bildirmedim ki bu durumu, tasarının lehinde veya aleyhinde olanların esefle karşılayacaklarını sanmıyorum; suskun kalmamın başlıca sebebi son derece önemli bir kuruma yeniden biçim veren bir kanun hakkında "iyidir, kötüdür" diyebilecek bir fikrimin olmamasıydı. Bir kurumu kağıt üzerinde tasarlamak beni hep ürkütmüştür. Ortaya çıkması muhtemel binlerce pürüzü önceden farketmek, o pürüzleri ortadan kaldıracak hükümler geliştirmek ve bu arada kurumun işleyişini ve yüksek randımanla çalışmasını tasarlamak ayrı bir ihtisas konusu olsa gerektir.

Modernleşme devri tarihini kritik ederken en şaşırdığım nokta, evvela bir teşkilat kanunu çıkarmak suretiyle oluşturulan kurumlardan mucizevi sonuçlar beklenmesi olmuştu. Kanun, bizde reform yapmaya istekli olanların oynamaya bayıldığı bir oyuncaktır; onun kalıcılığına, kapsayıcılığına ve müeyyide kudretine bayılırlar. Problemlerin çözümünde kanunun da yeri vardır elbette ama kabul etmelidir ki kökünü sosyal vakıalara salmış problemlerin tek çözüm biçimi kanun çıkarmak değildir. Bu yüzdendir ki kanun külliyatımız olması gerekenden daha hacimli, mevzuatımız sıradan bir vatandaşı karşısında âciz bırakacak kadar karmaşıktır. Miktar itibariyle fazla ve hacimli kanun yapmak, olayların en ince ayrıntılarına kadar yönetilebildiğini göstermez. Daha az sayıda, hatta çerçeve niteliğinde kanun çıkardığı halde kamu işlerini bizden çok daha zahmetsiz, ucuz ve pratik şekilde tanzim edebilmiş ülkelere dikkat etmeliyiz. Kanun konusundaki savurganlığımız en başta Anayasa metinlerinde farkedilir; başlangıcından bu yana -tadiller hariç- yüz sene içinde dört kere anayasa yapmış ve bozmuşuz. Hali hazırdaki anayasanın da pek uzun ömürlü olduğu söylenemez ve yakında değişmesi veya en azından geniş çapta tadilata uğraması kaçınılmazdır. İyi kanun, iyi kurum anlamına gelmiyor, tarihi tecrübelerimiz bu hususta yeterince kötü örnekle dolu zaten.

YÖK Kanunu"nun beğenilmeyen haliyle bile pekâlâ işe yarayabileceğini düşünenlerdenim; kaldı ki yakın zamana kadar bu kanunu protesto edenlerin şimdi hükümet tasarısı aleyhine tavır almalarını da samimi bulmuyorum. Bu noktada meselenin en can alıcı noktası ortaya çıkıyor. Bizde kanun koyucu irâde, kanun yaparken insanın tabiatını ıskalıyor. Mevcut YÖK Kanunu"nun kötü ve maksatlı uygulamalara sahne olduğu doğru ama kötülük kanunun kendisinden değil, o kanunla kendisine yetki devredilen kişi ve kurulların -tamamen kanun çerçevesinde kalarak- yetkilerini kanunun ruhu aleyhine işletmesinden kaynaklanıyor. Mesela işe adam ayırken kayırmacılığı, suistimali, yolsuzluğu engellemek için hep önleyici hükümler tasarlamışızdır ama yetkililer yine de bir yolunu bulup aynı anlama gelebilecek ama görünüşte tamamen meşru yeni suistimal teknikleri geliştirebilmişlerdir. "İnsan tabiatı" derken kasdım budur işte. Ziya Gökalp neredeyse bir asır öncesinde Anglo-Saksonlarda şahsi ahlâkın zayıf, buna mukabil kamu ahlâkının yüksek olduğunu, bizde ise tam tersi bir durumun yaşandığını tesbit etmişti; yani her birimizin şahsi ahlâk duygusu yüksek ve hassastır ama kamu işlerinde ve düzeninde karar verirken, şahsi ahlâk kriterlerimizle hiç bağdaşmayan lâkayıtlıklara, göz yummalara, küçük çaplı yolsuzluklara veya adalet hissini rencide eden uygulamalara imza koyabiliriz. Bu mesele, Türkiye"nin batı standartlarına erişmesini engelleyen son derece mühim bir psikolojik ârızadır ve Gökalp"ten beri durumun pek değişmediği açıktır.

YÖK, Türkiye"de akademik hayata kurallar getiren, yüksek öğretim kurumlarının işleyişini, akademisyenlerin özlük haklarını ve akademik ürünlerin standartlarını belirleyip denetleyen bir kuruluş. Bir akademisyenin yaptığı esas iş, hakikat karşısında tavır almaktır; ihtisası ve rütbesi ne olursa olsun her akademik personel esas olarak hakikati ele geçirmekle uğraşır ve bu haliyle adalet dağıtan hâkimlere benzer. Bu hayat tarzında şahsi ahlâk kriterleri ile mesleki ahlâk kriterlerlerinin âhenk içinde olması gerekir. Akademisyenlik bir hayat tarzıdır; şeklen memurluk gibi görünse de bir akademisyen emekli olduğunda bile hiçbir kuvvet onu işinden alıkoyamaz; her zaman yaptığı gibi o, yine okuyacak, yazacak, düşünecek, tartışacak, yayınlayacak, tenkid edecek, öğrenecek ve öğretecektir. Emeklilikle akademisyenin memurluğu sona erer lâkin hayat tarzını -eğer dilerse- ölene kadar devam ettirebilir. Böyle bir insanın işini zihni planda iyi yapması, onun çalışmalarını zahirde düzenleyen kanunla doğrudan ilgili değildir. Bu bir kalite ve felsefi tutum meselesidir. Dolayısıyla Türkiye"de yüksek öğretimin problemleri, teşkilat kanununun tazelenmesinden çok daha öncelikli ve derin nitelikler taşıyor. YÖK"ün YEK haline getirilmesi ise işbaşındaki yönetici kadronun değiştirilmesi mümkün, öğretim üyelerinin atanma ve araştırma imkânlarında iyileştirme de sağlanabilir ama YEK de dahil hiçbir kanun, bizde yüksek öğretimin ve akademik hayatın esas problemlerine çare olamaz.

Geçenlerde Ümit Şimşek, "Uçan Üniversite" isimli bir çalışma yayınladı (Morötesi yayınları); kitap, işgal ve tahakküm yıllarında Polonyalı akademisyenlerin, bilginlerin, entelektüellerin direnişi omuzlamak amacıyla ve ağır cezalar görmek pahasına tamamen yeraltında, illegal tarzda kurulmuş bir eğitim, bilim ve sanat hareketine hizmet ettiklerini anlatıyor. Tek kelimeyle destânî bir hikâye. Polonyalı aydınların, işgalci Ruslara, Almanlara direnirken -iyi veya kötü- herhangi bir kanuna ihtiyaç duymadıkları açık. Kanun daima realiteyi geriden takib eder. Kanunu savunanların ve aleyhinde olanların bu kitabı okuduktan sonra çeşm-i insaf ile uzun uzun düşünmelerini isterdim doğrusu.

Yeni kanunun, eski yönetim kadrosunu değiştirerek yeni yöneticiler seçilmesinden daha ötede pratik bir sonuç doğurmayacağını tahmin ediyorum; ne yazık ki üniversitenin temel problemleri, eski yönetici kadrosunun tasfiyesiyle izâle olunacak kadar hafif değil; keşke öyle olsaydı! Anlatmaya çalıştığım husus, üniversite fikrini hakkıyla hazmetmiş ve içine sindirmiş kadroların, en kötü kanunla bile üniversite hayatını pekâlâ tanzim edebileceğidir. YÖK Kanunu"nun gerçekten ıslaha muhtaç tarafları olabilir ama zaafiyetimiz kanunun yetersizliğinden veya kötülüğünden değil, (akademik) insan malzememizin eksikliğinden kaynaklanıyor. Yeni kanunla işbaşına getirilecek yeni yönetim kadrolarının -temel zaafiyet devam ettiği sürece- eskisinden pek de farklı olmayabileceği gibi bir endişe taşıyorum içimde.

Artık kabul edelim, bu bir kanun meselesi değil, bir zihniyet meselesi; tasarıyla ilgili tartışmalara bigâne kalmak arzumun temelinde işte bu endişe yatıyor.

AKLINIZDA BULUNSUN:

YENİ BİR TEOLOJİ DERGİSİ: BİLİMNAME

Kayseri Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyeleri, "Bilimnâme" adıyla yeni bir dergi çıkarmaya başladılar. Bizde akademik dergilerin kaderi kötüdür; üniversite bütçesinden ayrılmış ödenekle güç belâ yayınlanabildikleri için az sayıda basılır ve meraklısından başka kimse yüzünü görmez. Bilimnâme resmi bir dergi değil ve tamamen sivil inisiyatif ürünü olması bakımından övgüye değer bir başlangıç yapmış bulunuyor. Konu itibariyle dergi, ilahiyat bilimleri ağırlıklı bir muhtevaya sahip olduğu gibi "hakemli dergi" niteliği de taşıyor. Muhtevasından haberdar olmak isteyenler, derginin (www. bilimname.com) isimli web sitesine bakabilirler. Bilimname"ye hayırlı ve uzun ömürler dilerim; inşaallah onlarca yıl boyunca devam eden, müesseleşmiş bir mecmua haline gelir.

Tıklayın, mutlaka beğeneceksiniz.

DERGİCİLİKTE FARKLI VE HOŞ BİR ÜSLUP: KILAVUZ

Kılavuz dergisinin beşinci sayısı da çıktı. İlk sayısından bu yana düzenli olarak takib edebildiğim için derginin giderek nasıl kalite kazandığını, muhteviyatını nasıl zenginleştirdiğini ve giderek kendi üslûbunu bulduğunu takdirle izliyorum. Kılavuz bir aylık kültür dergisi; lâf olsun diye lejandına "kültür" ibaresi koyanlardan değil; emek mahsulü müzik yazılarıyla, albüm tenkidleriyle, kitap analizleri ve itinalı röportajlarıyla hakikaten kültür dergisi. Eren Safi"nin yönettiği dergi, ebadı, kağıt kalitesi ve baskısına gösterilen titizlikle de dikkat çekiyor. Temmuz-Ağustos sayısının dosya kapağı "su". Dergide ayrıca Neşet Ertaş"la yapılmış bir röportaj da çok hoşuma gitti; kezâ "Cemal Süreya nasıl okunur", "yaz için gerekli okuma listeleri", "sinema yazıları" da zevkle okunuyor.

Kılavuz"a emek veren ama burada isimlerini zikredemediğim gençleri tebrik ederim; başarıları devamlı olur inşaallah? Bilgi için: ([email protected] ve www.buyukharf.com) adreslerine bakabilirsiniz.


Kaynak (Arşiv)