Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

İslâm âlemi, 21. yüzyılda bile Hicret"in 25 ve 35. yılları arasında cereyan eden siyasi fetret devrinin kötü izleriyle hâlâ hesaplaşamamış ve onun ağırlığı altında ezilerek ezeli zaafların pençesine düşmüştür. Sebep anlaşıldıkça şaşkınlık azalır" anlamına gelebilecek bir Arap kelâm-ı kibârı var.

Bugün içinden çıkılmaz bir muamma, asla bükülmez bir müesseseleşme gibi gördüğümüz İslâm mezheplerinin gerçekte ne idüğünü ancak geriye doğru giderek anlayabilir ve netleştirebiliriz. Ancak hemen belirtmeli ki inanç haline gelmiş şeyler, soğukkanlı analiz ve akıl yürütme kabul etmezler; kimseyi bağlandığı mezhebinden caydırmak gibi bir niyet ve hevesim yok. Sadece, tarihte geriye doğru gidildikçe bazı düğümlerin nasıl açıldığını göstermek istiyorum.

Cahiliye sosyolojisine dönüş!

Mâlum, Efendimiz hayatta iken mezhep diye dini ve sosyal bir kavram mevcut değildi; burada dikkat edilmesi gereken nokta Efendimiz"in sağlığında siyasi klik, fırka ve gruplaşmanın da görülmemesidir ki başlıca sebebini, Peygamber"in tartışılmaz otoritesi ve insanlar üzerinde bıraktığı büyük saygı ve sevgiye hamletmek gerekir. Aslında Asr-ı Saadet Müslümanları, sosyolojik açıdan yekpâre sayılmazlardı. Hicret"ten önceki yıllarda Mekke"de Kureyş kabilesine mensup on aile içinde iki mühim ve büyük sop (aile zümresi) vardı: Benû Umeyye (Emeviler) ve Benû Hâşim (Hâşimîler). Efendimiz Hâşimî sopuna mensuptu. Hicret"ten sonra İslâm toplumu, öncekilerden farklı olarak iki zümre ile tanıştı; bunlar, Mekke"den Medine"ye hicret eden Mekkeli Müslümanları içine alan "Muhacirin" ile muhacirlere kucak açan ve aslen Medine"nin yerlisi durumundaki Müslümanlardan oluşan "Ensar" idi. Teoride İslâm, evveliyata ve kıdeme bakılmaksızın inanan herkesi bir tarağın dişleri gibi eşit sayıyorsa da uygulamada ve özellikle Efendimiz"in âhiret yurduna göçmesini takib eden 25 sene içinde, yukarıda belirtilen sop ve kıdem özellikleri, İslâm toplumu içinde yeniden önem kazanmaya başladı. Esasen İslâm"dan önceki dönemde Hicazlı Arap kabileleri, kabile ve sop mensubiyetine büyük önem veriyorlar ve kimin hangi kökenden geldiğini şeceresiyle tesbit eden "ensab" bilgisine sahip bilgeleri bulunuyordu. İslâm"ın bütün mensubiyetleri Tevhide bağlılık noktasında mânâsız kılan kardeşlik doktrini Asr-ı Saadet"te hükmünü icrâ etmiştir. Ama daha sonraları Medine"deki küçük şehir yönetimi büyümeye, siyasi ve bürokratik memuriyetler artmaya, harp ganimetleri iştah açacak ölçüde çoğalmaya başlayınca bir mânâda Müslümanlar "Cahiliye" devrinin sosyolojik kategorilerini yeniden hatırladılar ve eski mensubiyetleri çevresinde öbeklenmeye başladılar. Bu duruma yüksek sesle itiraz eden samimi muvahhidler daima görüldüyse de azınlıkta kaldı ve etkisini gösteremedi.

Müslümanın Müslümana yaptığı...

Nitekim Hazreti Osman"ın hilâfeti zamanında mensub bulunduğu Benû Umeyye sopuna mensup olanları gözeten, ödüllendiren ve himâye eden bir personel politikası uygulaması dikkat çekiyor. İslâm tarihçileri, ilk şikak ve nifak (bölünme ve birbirine düşme) alâmetlerinin Hz. Osman devrinde ortaya çıktığında ittifak ederler ve bu durumu Hz. Osman"ın şahsen yakın akrabalarına pek düşkün olmasıyla izah etmeye çalışırlar; lakin kabul edilmelidir ki olayların arka planında etki gösteren asıl belirleyici, Efendimiz"in vefatından sonra o"nun benzersiz şahsi otoritesinin zihinlerde giderek sönmekte oluşuydu. Bu kabil gelişmeler sadece "takvâ"ya bağlılık ve ilgisizlikle izah edilirse eksik kalır. Neticede Hz. Osman"ın evinde muhasara edilerek şehid edilmesi, Emevi sülâlesine mensup yüksek bürokratların şahsi intikam politikası gütmelerine yol açtı. Şam valisi Muaviye, sırf bu sebebi ileri sürerek Hz. Osman"dan sonra Kureyş"e mensup "ehl-i hall ü akd"ın (Halifeyi seçmeye veya azletmeye yetkili seçkin tabakaya mensup kişiler) seçtiği Hz. Ali"ye biat etmeyi reddetti. Hazreti Ali"nin dört seneyi aşkın hilâfeti, aslen itikadi ve dini mahiyet taşıdığı zannedilen fırkaların (günümüzün ölçüleriyle bunlar düpedüz siyasi partiydi aslında) ortaya çıkmasına yol açtı. Hz. Osman"ın riyaseti sırasında Hazreti Aişe"nin Hz. Osman"ın siyasetinden şikayet ettiği ve Efendimiz"in hırkasını işaret ederek, "İşte gömleği bile eskimedi ama şeriatı eskidi" sözleriyle muhalefet yaptığı biliniyor; buna rağmen Hz. Osman"ın şehâdetiyle birlikte onun kanını dâvâ ederek Hazreti Ali aleyhine politik propagandaya girişmesi şaşırtıcıdır. Cennetle müjdelenmiş iki seçkin sahâbe (Talha ve Zübeyr) ile bir politik ittifak kuran Hazreti Aişe"nin Cemel Vakası"nda harp meydanına sürdüğü ordu, aslında yegane siyasi programı, Hazreti Osman"ın katillerinin cezalandırılmasından ibaret bir parti idi ve bu çatışma sonucunda, aralarında hiçbir dini ihtilaf bulmayan iki İslâm kafilesine mensup onüç bin Müslüman"ın öldüğü rivâyet edilmektedir. Cemel hadisesinin dinen izahını yapmak imkânsızdır ancak siyasi açıdan tahliline sayfalar yetmez. Nitekim Hz. Ali bu olayda kendisine kılıç çeken kuvvetleri şöyle değerlendirmişti: "Din kardeşlerimiz olup üzerimize isyan ederek karşı çıktılar."

Sünniler, siyasi duruş itibariyle alevidir

Sıffin Savaşı ise Cemel"deki kapışmaya göre daha az kanlı geçmesine rağmen İslâm dünyasında husûle getirdiği sonuçlar bakımından kalıcı ve yaralayıcı izler bıraktı. Bu savaş Muaviye açısından tek kelimeyle iktidar mücadelesi idi; Hz. Ali bakımından ise meşrû hükümet nizamına başkaldıran bir bagy ve şekâvet hareketini tesirsiz hale getirmek anlamını taşıyordu. Sünnî dünyasında okunan ve muteber kabul edilen tarihi kaynaklar, bu çatışmayı anlatırken âdeta tabii bir yönelişle, hadiseleri Hazreti Ali"den yana tavır alarak hikâye ederler. Meselâ Ahmet Cevdet Paşa Muaviye"nin kuvvetlerini "ehl-i tuğyan ve bagy" (isyancılar ve bozguncular) olarak niteliyor. Bu çatışmada Hazreti Ali"yi destekleyen Kûfe vilâyeti ahalisi, daha sonra "Alevî" (Ali taraftarı) diye isimlendirilmiştir. Muaviye ise bu çatışmadan siyâsi bir hile ile kayıpsız çıkmış ve kısa bir süre sonra Hazreti Ali"nin bir Harici tarafından katledilmesiyle yerine seçilen Hazreti Hasan"ı hilâfetten vazgeçirerek İslâm hükümeti"nin meşrû ve resmi yöneticisi olmuştu. Böylece İslâm tarihinde Emeviler devri dediğimiz, Benû Umeyye sopuna mensup hanedanın saltanatı başladı. Hazreti Ali taraftarları Emevî hanedanını kalben ve fikren asla affetmeyerek zamanla teşkil ettikleri siyasi kliği bir gönül hareketi haline getirdiler. Emeviler ise hutbede Hazreti Ali"yi "sebb ü şetm" (kötü söz ve karalama) ile anarak ayrılığı körüklediler. Bugünkü yaygın kabuller itibariyle Sünnîlerin, sanki Muaviye taraftarı imiş gibi algılanması bozuk ve yanlış bir hükümdür. Bugünün İslâm dünyasında Sünnîler arasında Muaviye taraftarlığı güden bir topluluk bulmak imkânsızdır; tam aksine Kerbelâ vakası her yâdedildikçe Sünniler, aynen Alevîler gibi bu müthiş trajedide hunharca katledilen Hazreti Hüseyn"in acısını yüreklerinde hissederler. İşin aslına bakılırsa Sünnîlik, Cemel, Sıffîn ve Kerbelâ olaylarında henüz izine rastlanmayan, daha sonraları ortaya çıkan fıkıh içtihadı üretme ihtiyacı yıllarında sistemleşerek ekol haline gelen bir mezheptir. Alevilik ise, yukarıda izaha çalıştığım gibi evvela bir siyasi duruş, bir siyasi parti olarak zuhur etmiş, çok daha sonraları itikadi bir mezhep biçimini almıştı.

Haricilik ise hâlâ yaşıyor

O günlerde hem Hz. Ali"yi, hem de Muaviye"yi siyasi içtihadında haklı bulmayan ve garip bir sûrette radikal muhalefette vahşi bir lezzet bulan Hariciler"den de bahsetmek gerekir. Haricîler önce Hz. Ali, daha sonra Emevi saltanatı tarafından isyancılık ve bozgunculukla suçlandırılarak silahla te"dib edildi ve kovuşturuldular. Bugünün İslâm dünyasında Haricîler kalıcı bir iz bırakmadan tarih sahnesinden silinmiş olmasına rağmen "Haricî radikalizmi"nin bir siyasî psikoloji olarak hâlâ yaşadığını ve etkili olduğunu söyleyebiliriz. Modern dünyada "İslâmcı terör" diye bilinen şiddet hareketlerinin temelinde Haricîlik psikolojisinden derin izler vardır.

"Asabiyye", İslam kardeşliğini nasıl yendi

Abbasîlerin hilafet dönemi, biraz da Emevi saltanatına duyulan derin tepkinin ifadesidir. Burada dikkate alınması gereken husus, tarih itibariyle Hz. Osman dönemiyle birlikte İslâm hükümetlerinde Cahiliye devri"ne dair sosyal kategorilerin yeniden yükselmesi ve buna mukabil "İslâm kardeşliği" kavramının, "asabiye" faktörünün gölgesine sinmek zorunda kalışıdır. Bu noktada İslâm retoriğinin, insanın yaradılışındaki tabii ama bastırılması gereken zaafları engellemek konusunda gerilediğini ve tabir caizse ilk iki halifeden sonraki dönemde İslâm hükümetlerinin, kendi çağdaşı durumundaki diğer hükümet modellerine benzediğini hüzünle farkediyoruz. Emevi sülâlesinden gelen Halife Ömer ibn Abdülaziz"in hükümeti istisnâ edilirse Müslümanlar, bir daha Hz. Peygamber"in berhayat olduğu yıllardaki ihlâs takvâ derecesine -en azından siyasi işlerde-asla erişemediler ve ismen "İslâm hükümeti" yaftası taşımalarına rağmen, insan tabiatındaki zaafları aşabilmek kuvvetini gösteremediler. Halbuki İslâm, insan tabiatında saklı zaafların aşılması yolunda bir çağrıdır. Sonraki asırlarda birer hukuk mektebi olarak mezheplerin ortaya çıkması, bu kapsamın dışındadır ve tabiidir; tabii olmayan bu hukuk ekollerine sonradan siyasi taraftarlık markasının yapıştırılmış olmasıdır. İslâm âlemi, 21. yüzyılda bile Hicret"in 25 ve 35. yılları arasında cereyan eden siyasi fetret devrinin kötü izleriyle hâlâ hesaplaşamamış ve onun ağırlığı altında ezilerek ezeli zaafların pençesine düşmüştür.