Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bu asrın başlarında din ve devlet ilişkilerinin niteliği hakkında bir avuç siyâsî entellektüelin dışında kimsenin fikri yoktu;

Türk kamuoyu laiklik kavramını Cumhuriyet'ten çok sonra tanıdı, 1970'li yıllarda iyice âşinâlaştı, 90'lı yıllarda ise neredeyse ezberleyecek kadar yüz—göz oldu. Devletin laikliği bu derece ısrarla vurgulaması, öyle zannediyorum ki yakın gelecekte devlet seçkinlerinin rahatını bu defa esaslı bir surette kaçıracak ve toplumdan yükselen yeni ve güçlü bir talep neticesinde Türkiye, Batı'da birden fazla laiklik yorumu olduğunu anlayacak ve bunlardan liberal demokrasiye ve Türkiye şartlarına en ziyade münâsip olanını tercih edecektir. O zaman "Türkiye laiktir laik kalacak" sloganı da gerçek mazmûnuna kavuşmuş olacağı için, en başta inanan insanlar, bugünkü tatbikata nisbetle kendilerini çok daha fazla hür hissedeceklerdir. Devlet seçkinlerinin "ne deve ne kuş" garipliğini andıran laiklik uygulaması, eninde sonunda Batı standartlarına itaat etmek zorundadır.

Laikliğin en kaba—saba tarifi devletin din işlerine, dinin de devlet işlerine karışmaması olarak bilinir. Devlet seçkinleri, işin tâ başında işte bu kaba tarifin ahkâmına aykırı davranarak, Türkiye'de laiklik uygulamasını sakatladılar zirâ devletin dine karışmamasına tahammül edemezlerdi. Bunun yerine târifin yarısını tatbikata koyarak dinin devlet üzerindeki taleplerini baskı altına almayı tercih ettiler. Dinî hayatı kontrol altında tutarak idare etmek, dine karşı kayıtsız kalarak idare etmekten daha kolay ve maliyetsizdi çünkü. Laik devleti Batı standartlarında târif etmek ve uygulamak, "daha az yönetmek" anlamına geldiği için bugün laiklik devlet seçkinleri tarafından toplumun tepesine sarkıtılan bir Demokles kılıcı görüntüsü veriyor.

Bunlar işin bilinen, konuşulan, tartışılan kısımları; ben bir başka cihete dikkatinizi yöneltmek istiyorum. Devlet ile din arasındaki ilişkiyi târif etmek ihtiyacındayız çünkü tarihi süreç itibariyle din, dini siyasete alet etmek isteyenlerin elinde tehlikeli bir araç olabilmişti.

Peki, şimdi sizlere "devlet ile bilim arasındaki ilişkilerin de bir evrensel târife ve hukuka kavuşturulması gerekmez mi?" sualini yöneltsem ne düşünürsünüz? Yazının bundan sonraki kısmını okumadan önce zihninizde bilim ve devlet kavramlarını yanyana getirerek, bu ilişkinin tabiatı üzerinde biraz düşünmenizi ricâ ediyorum.

Kaba târifle "din" vahye dayanır ve insan aklının ürünü olmayan bir bilgi bütününü ifade eder. Dine karşı geliştirilmiş en sert tenkidler özetle, dinin insan kaynaklı olmadığı fikri üzerine yoğunlaşır. Buna mukabil bilim insan kaynaklıdır; aklî usuller kullanmak yoluyla bilinenlerden bilinmeyenlere erişmek, bilinenlerin doğruluğunu sınamak için insan neslinin varabildiği en yaygın ve itibarlı usûl budur. Dinle devlet işlerini birbirinden ayırmak gereğini hisseden rejimler, dinî bilginin en azından kamu işlerinde kullanılmaması gerektiğini ileri sürerek, başka türlü bir bilgi kaynağına itibar ederler; işte bu bilgi kaynağı bilimdir. Laik devletler, dinî bilgi yerine zımnen veya alenen ilmî bilgiyi üstün tutmuşlardır, böyle olmak zorundadır ve başka ihtimal de yoktur.

Devlet, neredeyse en büyük bilgi tüketicisidir; karmaşık devlet cihazının her yerinde bilgiye ihtiyaç duyulur. Bu durumda teorik olarak "laik devlet"in, her nevi devlet maslahatında dinî bilgi yerine ilmî bilgiyi tercih etmesi gerekir. Şimdi bu noktada problemi iki şıkta tartışmaya başlayabiliriz:

1— İlmî bilgi ne kadar güvenilir bir nitelik taşır; ilmî bilgi ile "hakikat" aynı şey midir; ilmî bilgi ile hakikat arasında bir mesafe bulunabilir mi?

2— Dinî bilgiyi güvenilmez bulan devletin, ilmî bilgiye itaat edeceğine dair herhangi bir müeyyide var mıdır; yoksa olmalı mıdır?

Ve bir ek mesele: Eğer devlet "dinî bilgi"yi yukarıda gösterilen sebeplerle kullanılmış bulmadığını beyan ettikten sonra kendini "ilmî bilgi" de dahil hiçbir cins bilgi ile kayıtlı saymadığını fiilen gösterirse durum ne olacaktır?

İlmî bilginin bütün meziyet ve kusuru insan kaynaklı oluşundan kaynaklanıyor; ilim, aklın ürünü ama hakikati kucaklayabildiğine veya günün birinde hakikati tamamen kuşatabileceğine dair hiçbir karîne yok. Buna rağmen ilmî bilgiyi son derece dikkate alıyor, itibar ediyor ve ilmî bilginin kuşaktan kuşağa artarak intikal etmesi için büyük gayret gösteriyoruz. Ne var ki bu ihtimam, ilmî bilginin mükemmelliğini doğrulamıyor çünkü ilmî bilgi dediğimiz şey, şimdilik yanlışlanamamış sistematik bilgi bütününden ibaret. Bazı bilgilerin şimdiye kadar yanlışlanamamış olması, o bilgiyi "mutlaklık" katına çıkarmıyor. Buna mukabil vaktiyle neredeyse mutlak derecede itibar gördüğü halde şimdi sadece ilim tarihindeki yerini almış bilgiler de var. O halde ilmî bilgi, varılan mutlak neticeleri değil, tam aksine bilgiye erişmek için kullanılan usûlü ve süreci vurguluyor; öyle olmasaydı, sadece Kopernik'in veya Newton'un hesaplarına dayanılarak uzak gezegenlere gözlem aracı gönderilemezdi veya İbn—i Sinâ'nın tebâbet kitabı, asırlarca Batı üniversitelerinde "en sahih tıp paradigması" muamelesi görerek okutulmuş olmasına rağmen, bugün terkedilmiş olmazdı. İlmî bilgi prensip olarak tazelenen ve gün geçtikçe olgunlaştırılan bilgidir. Ona ihtiyacımız büyüktür ama ilmî bilgi "mutlak"ı fethedecek kabiliyetten mahrumdur. İlme verdiğimiz değer ve önemle ilmi kutsallaştırmak tamamen ayrı şeylerdir. Nitekim Batı dünyasında "Scientisme" kavramı, ilme, ilmin taşıyamayacağından fazla anlam ve önem yüklemek mânâsında kullanılıyor. Dehâlarıyla ilim dünyasına yeni ufuklar açan büyük ilim adamları bile, yaptıkları işin "ne idüğü" hakkında düşündüklerinde bu sonuçlara varıyorlar.

Modern devlet, kamu cihazını işletirken dinî bilgiye itibar etmiyor; bu, tafsili uzun olmakla birlikte anlaşılır bir yaklaşımdır. Bu hükmün tabii neticesi devletin ilmî bilgiye yaslanması olarak tecellî eder. Her ne kadar "mutlak"ı kavramakta elverişsiz bir araç teşkil etse bile bilimin devlet tarafından, en azından problemleri anlama aracı olarak itibar gördüğüne inanmamız gerekir zira devlet karşısında esasen pek güçsüz bir pozisyonda olan kişinin, devletin nasıl düşüneceği, problemlere nasıl yaklaşacağı ve onları nasıl çözeceği hakkında bilgi sahibi olması gerekir.

Peki, devletimizin "bilim" karşısındaki tutumu nedir?

Anayasanın 27. maddesi, "Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme, öğretme hakkına... sahiptir" diyor. 42. maddede ise, bilimle doğrudan ilgili olmasa bile dolaylı olarak bir atıf cümlesi yer alıyor; buna göre eğitim ve öğretimin, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılacağı öngörülüyor. Yükseköğretim kurumlarının kuruluşunu düzenleyen 130. madde ise bu görevi devlete tevdî ediyor. Bu maddelerin lâfzından ve rûhundan devletin bilimle ilişkisini düzenleyen bir prensip çıkarmak neredeyse imkânsızdır. Çok tekrarlanmaktan ötürü bir devlet sloganı haline gelen "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" sözü ise ne yazık ki bir yasama hükmü olma özelliğini taşımıyor.

O halde devlet, dinî bilgiyi saded harici bırakmakla beraber, ilmî bilgiye itaat edeceği yolunda herhangi bir irâde beyanında bulunmuyor.

Öyleyse "Devlet" nasıl düşünür, nasıl araştırır, nasıl anlar ve nasıl karar verir? Bu suallerin zımnî cevabı elbette "hukuk"tur. Anayasadan başlamak üzere yönetmeliklere kadar uzanan silsile içinde her nevî hukuk müeyyidesi, sadece ferdin değil devletin de davranışlarını yönlendirir ve belirler. O halde hukukun üretilmesi sürecinde "ilmîlik" niteliğini aramamız gerekiyor. Devlet, hukuk üretirken kendisinin ilmî çerçeve ile tahdid edilmesini ister mi?

Elbette istemez; çünkü devlet tabiatı icabı rasyonel bir cihaz değildir; onun tabiatında cebr ve tahakküm vardır. Devlet tebâsından gönüllü olarak değil zorla vergi alan, onları askerî hizmete alan, yargılayan, kanunlarına itaat ettiren, hürriyetlerini sınırlandıran ve davranışlarını biçimlendiren bir cihazdır. Devletin kendisine mahsus yapısı, dinî veya ilmî bilgiyle değil, eskilerin "hikmet—i hükûmet", Fransız siyâsî kültüründe "raison d'Etat" diye isimlendirdikleri "devlet aklı" ile izah olunur. Devlet aklı, gerektiğinde kendinden başka hiçbir referans kullanmayabilir; bu yolla alınmış bir karar dinî, ilmî veya başka cins bir bilgi tarafından doğrulanmasa bile onun hikmeti kendinden menkûldür.

Bu böyledir; bu hususta tenkid geliştirmek mümkün ise de bu tenkidin orta vâdede hiçbir şeyi değiştirmesi beklenemez; ama devletten şunu talep etmek hakkımızdır: Devlet, dinle ilişkisini nasıl bir anayasa hükmü haline getirme kararlılığını gösteriyorsa, ilimle ilişkilerini de bir anayasa formülasyonu haline getirmek zorundadır. Hâl—i hâzırdaki gidişâtın ışığında kanun koyucunun işini kolaylaştırmak üzere bir formül taslağı sunabilirim; meselâ şöyle birşey:

"Laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duyguları ve bilimsel veriler devlet işlerine ve politikaya asla karıştırılamaz. Zira bilimsel veriler, kendi paradigmaları çerçevesinde sınırlı bir geçerliğe sahip olduğundan ve onu üreten akıl tarafından ne zaman değişikliğe uğrayacağı kestirilemediğinden devlet maslahatında kullanışlı değildir. Aynı tarzda bilimsel çevreler de, devlet işlerine ve politikaya karışmazlar. Devlet, "hikmet—i hükûmet" denilen akıl türünü esas almakla birlikte diğer bilgi kaynaklarına da eşit derecede saygı gösterir."

....

Yoo, gayet iyiyim, tansiyonum, ateşim, sağlık bulgularım normal ama bugünlerde hayli yüksek seyreden hava sıcaklığından herkes gibi ben de etkileniyorum tabii.