Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye’nin vatandaşlarına verdiği nüfus kimlik kartında yer alan din hânesini, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı buldu; bu karar Türkiye için bağlayıcı nitelik taşıyor. Anayasa’nın 90. maddesi “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmaları kanun hükmünde” saydığı için AİHM’nin kararı, Türkiye’yi yükümlülük altına sokuyor. Büyük ihtimâlle basit bir yönetmelik değişikliği ile kimliklerdeki din hânesi önümüzdeki günlerde kaldırılacak.

İLGİNÇ BİR AYRINTI

Türkiye 1937 yılından beri laikliği bir anayasa hükmü olarak benimsedi. Esasen 1937’den çok daha önce laikliğin altyapısını hazırlayan kanuni düzenlemeler de yapılmıştı; bu açıdan bakılınca ‘Nüfus kâğıdında bir kişinin dinî inancıyla ilgili bir kaydın bulunması devleti niçin ilgilendirir sorusu akla geliyor. Bu sorunun aktüel cevabını anlamak için geçmişe doğru küçük bir zihnî yolculuk yapmak lâzım. Nüfus kaydından din hânesinin çıkarılması meselesi henüz 1920’li yıllarda gündeme gelmiş ve kanun koyucular nüfus kaydında dinle ilgili bilgilerin çıkarılmasını düşünmüşler, fakat ilginçtir ki buna Lozan anlaşması ile azınlık vatandaş statüsü kazanan gayrimüslim cemaatlerinden itirazlar gelmiş. Azınlık okullarında genellikle öğrencilere ağırlıklı olarak dinî esaslara göre belirlenmiş bir müfredat uygulandığı için, “Başka mezhebe mensup gayrimüslimler, bu okullara kayıt yaptırmak isterse nereden bileceğiz?” fikriyle uygulamaya karşı çıkılmış. Bu yüzden 1972 yılına kadar yürürlükte kalan eski nüfus kanununda kişilerin sadece dinleri değil, mezheplerini de belirten bir hâne daha yer alıyordu. Batı’daki uygulamaya göre bizim “mezhep” diye bildiğimiz Katoliklik, Protestanlık, müstakil bir “din” olarak nitelenmekteydi; o yüzden 1972 yılından daha önceki tarihlerde doğan her TC vatandaşının “nüfuz cüzdanı”nda hem din, hem mezhep hânesi yer alıyordu. 1972’de çıkarılan 1587 sayılı Nüfus Kanunu’yla mezhep hânesi çıkarıldı fakat “din hânesi” kaldı. Önümüzdeki günlerde uygulamaya konulacak yeni dijital kimliklerde tamamen kaldırılması gereken din hânesinin kısa hikayesi böyle.

TÜRKİYE NÜFUS İŞLERİNDE

ÇAĞI YAKALADI

Yeri gelmişken belirtelim; Türkiye’deki uygulama zannedildiği kadar “geri ve ilkel” bir nitelik taşımıyor. Türkiye, nüfus işlerinde şu gün bile Batı’daki uygulamaların çoğundan çok daha ileri durumda. Batı’da 1930’lu yıllara kadar vatandaşların nüfus kayıtları başta kiliseler olmak üzere mahalli idarelerde tutulmaktaydı. Pek çok Batı ülkesinde bu kayıtların en etraflı şekilde sosyal güvenlik birimlerince tutulduğunu biliyoruz. Türkiye’nin bütün nüfusu kapsayan ve tek merkezden takib edilen kayıt sistemi, Batı’ya göre hayli modern sayılıyor; bu arada eski nüfus kayıt bilgilerinin, bugünküne oranla çok daha kapsamlı olduğunu da belirtelim.

2006 yılında “Nüfus Hizmetleri Kanunu” adıyla (5490 sayılı) yeni nüfus kayıt sistemine geçildi. Vatandaşlık numarasının da uygulanmasına geçildiği bu kanun mecliste tartışılırken din hânesi yeniden gündeme gelip tartışıldı; uygulamanın şöyle olması düşünülüyordu: Vatandaşın din bilgileri nüfus kütüğünde yer alacak fakat kimliklere yazılmayacaktı. Teklif sahiplerinin, kimbilir hangi sebeple çekimser davranması yüzünden din hânesi yerinde kaldı; şimdi AİHM’nin ikazı ile yeni nüfus kimliklerinde din hânesi kaldırılacak ve zaten modern dünyanın kayıt sistematiğine uygun nüfus kayıt sistemimiz, artık mânâsız kalan “din hânesi” kusurundan arınmış olacak.

DİN HÂNESİ KALKACAK AMA

ÇELİŞKİ DEVAM EDECEK

“Din hânesi”nin kaldırılması yolunu açan gelişme, bir vatandaşımızın, iç hukuk yollarını tüketip mâkul isteğine red cevabı aldıktan sonra AİHM’ye başvurması oldu. “Ben Aleviyim; nüfus kâğıdıma İslâm yazılmasını istemiyorum; yazılacaksa Alevi yazılsın, yoksa hiçbir şey yazılmasın” diyen vatandaşın talebi bu vesileyle eski bir tartışmayı yeniden alevlendirdi. “Alevilik bir din midir; yoksa mezhep veya tarikat veya bir dünya görüşü müdür?” gibi abes sualler etrafında yürüyen tartışma, aslında artık bir mânâ ifade etmiyor; bu tamamen Alevileri ilgilendiren bir mesele; kişi, vicdânında kendisini nasıl hissediyorsa kendini öyle nitelemeye hakkı vardır bu nitelemenin kamu otoritesi ve kayıtları önünde bir mânâ ifade etmesi düşünülemez.

Nüfus kağıtlarından din hânesi kaldırıldıktan sonra kayıt sistemimizi belki mükemmelleştirmiş olacağız ancak devletin, din karşısındaki çelişkili durumunda bir değişme olmayacak. Türkiye’de Diyanet diye bir resmî kurum var ve bu kurum, herkesin bildiği üzere pratikte şimdiye kadar Sünni mezhebine bağlı kimselere “resmî din hizmeti” sundu. Bugünlerde Alevi açılımı ile ilgili çalışmalarda büyük mesafeler alındı ve Aleviler, cemevi inşaatlarına devletin katkıda bulunmasını, elektrik, su indirimlerinden istifade etmeyi, Diyanet’te Alevilere yönelik bir bölümün tesisini ve Alevi ibadetlerini yönetecek kişilere kadro verilmesini istiyorlar ama Alevilerin tamamı değil; bir başka kısım Alevi, Diyanet’in tamamen kalkmasını ve çelişkinin tamamen sona erdirilmesini savunuyor. Devletin dine karşı takındığı çelişkili tavır, Alevi kanaat önderlerinin de zihnini karıştırmış gibi. Bu çelişkili taleplerde, uzun yıllar boyunca Aleviliğin Türkiye’de sanki yasaklı imiş gibi incitici bir muameleye mâruz kalmasının büyük payı var.

DİYANET KALKARSA NE OLUR?

Sahi, Diyanet aracılığı ile devletten din hizmeti alan Sünniler de rıza göstermiş olsa, devlet günün birinde Diyanet’in lağvedilmesini ister mi? Devletin geleneksel tavrını biliyoruz: Diyanet aracılığı ile, öteden beri “İç tehdit kapsamı”nda tuttuğu Sünni İslâmı bir nebze olsun kontrol altında tutmak istiyor devlet; asıl endişe kaynağı ise, Diyanet’in lağvı üzerine dinî topluluklara devlet hazinesinden din hizmeti verilmesi mantığı ortadan kalktıktan sonra aynı yükümlüğü sivil düzenlemeye terketmek. Devlet, İslâmi cemaatlerin kendi camilerini inşa edip, görevlilerini kurulacak özel vakıflar aracılığı ile finanse edebileceğinin pekâlâ farkında fakat, “Ben finanse ediyorum; artık sen karışamazsın” talebiyle yüzyüze gelmek de işine gelmiyor.

Bu gidişat, günün birinde Diyanet’in de fonksiyonsuz hâle geleceğini ve her nevi din hizmetlerinin sivil otoriteye geçeceğini gösteriyor ve laiklik teorisinin dürüst yorumuna göre olması gereken de budur. Devletin bütün inançlara, dinlere, vicdani ve fikrî kanaatlere eşit derecede uzak ve soğuk kalması, sadece dinî, fikrî ve vicdanî hürriyetlerin temini ile ilgilenmesi lâzımdır. Bu şimdilik herkesin hayalhânesini fazlasıyla zorlayan bir fantezi olarak görülebilir fakat gidişat o istikamette.

Günün birinde Türkiye, hakikaten laik ve sosyal bir hukuk devleti olacak; öyle görünüyor.