Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Dışarılara çıkmaya lüzum yok; biraz empati yapılınca durum rahatlıkla görülebiliyor: Türkiye, halen devam etmekte olan laiklik, başörtüsü vesaire gibi tartışmalarda sergilediği seviye ile, siyasi kültür ve sosyolojik kategoriler açısından henüz ham bir ülke görüntüsü veriyor. Henüz ham, yani yeterince tekâmül göstermemiş; bu görüntünün bir adım sonrası Türkiye'ye demokratik nizam ve kurumların birkaç numara fazla geldiği yorumlarıdır. Rahatsız edici bir görüntü bu; temel sebebi ise sosyo-ekonomik gelişmenin, siyasi kültürün önünde gitmesi.

Tarihî açıdan Türkiye'nin laiklik fikriyle tanışması, hiç de "daha dün" gibi bir tabirle anlatılmaz. Tâ, XVIII. asırda Türkiye batılılaşma istikametinde siyasi irade koyduğunda, Türkiye laiklik fikrinin temel lâzımeleri ile tanıştı. Nereden bakılsa, iki asırdan beri laik kurum ve düşüncelerle temas halindeyiz. Batılılaşma programını bu ülkede tayin ve takib eden irâde Saray'dan, Osmanlı sarayından ve padişahlarından geldi. Cumhuriyet'in ilanına kadar Türkiye'de batılılaşma programını fiilen yürüten ve destekleyen ilk itibarla Padişah ve Tanzimat bürokrasisi oldu. Bu uzun dönemde dinî eğitimin tamamen siyasi otoritenin denetimine girebilmesi için vakıfların Evkaf Nezareti'nin kontrolüne alınması için çok ciddi teşebbüsler gerçekleştirildi. Artık verimsizliği âşikâr hale gelen geleneksel medreselerin paralelinde batılı eğitim kurumları devreye sokuldu (Mülkiye, Askerî Tıbbiye, kara ve deniz mühendishaneleri, Galatasaray Sultanîsi ve Darülfünûn, yani üniversite); böylece batılılaşma ve dolayısıyla laikleşme programını destekleyen bir zümre ortaya çıktı. Bu zümreyi biz siyasi görüntüsüyle Genç Osmanlılar, Jöntürkler, İttihatçılar diye tanıyor ve biliyoruz; bu cereyanı destekleyen kişi ve kuruluşlar devletle iç içe kişilerdi, asgariden memur idiler; Meşrutiyetlerle birlikte yüksek bürokrasi içinde yapılandılar ve Türkiye'nin seçkinleri haline geldiler.

Bu süre zarfında laik kültürü yerleştirici adımlar sosyal tepkiyle karşılanmadı; esasen Osmanlı toplumu da farklı hayat tarzlarının karşılıklı saygıyla yaşanabildiği bir yerdi. Laiklik bu mânâda bize gökten zembille indirilmiş veya sanıldığı gibi sert bir inkılapla zorla kabul ettirilmiş değildir.

Bizde bunun evveliyatı var ve bu gerçeği unutuyoruz.

Bu uzun ve mâlum hikâyeyi, bütün tafsilâtı ile tekrara gerek yok; sözün hissesi şudur: Biz laiklik dâvâsında hayli tarihî ve sosyal tecrübe edindik. Cumhuriyet İnkılâpları'nın haylicesi, daha Osmanlı Saltanatı zamanında telaffuz edilmiş, tartışılmış ve kısmen uygulama şansı bulabilmiş reformlardı; bu bakımdan Cumhuriyet'in seçkinleri ile Osmanlı seçkinleri arasında zümrevî ve içtihâdî bir fark görünmez; aynı kadrodur. Hâl böyle iken bugün, laik kültürün en basit prensipleri hakkında kolayca ikiye bölünüvermemiz yadırgatıcıdır. Laikçiler, laikliği devlet dini gibi anlıyorlar ve bu yanlış algılama onları, (diğer semavi dinler değil de) İslâm'a karşı tavır takınmaya zorluyor ve mesele hemen din aleyhtarlığı, din taraftarlığı şekline bürünüyor; halbuki laiklik ve laik kültür en başta -adı ne olursa olsun- "resmî din" kavramını reddeder ve bütün inanç ve içtihatların kamu otoritesi karşısında aynı mesafede durduğunu kabullenir. Laiklik, yurttaşların dinî hayatını tanzim iddiası taşımaz, bilakis dinî hürriyetleri teminat altına alır ve bu şekliyle din eksenli bölünmenin panzehiridir. Batı dünyası, kanlı din çatışmalarından laiklik ile yakasını sıyırabildi.

Bizde ise bölünme sebebi oluyor. Çünkü biz laikliğin kendisini değerli bulmuyoruz. En çok savunanları bile laikliğe inanmıyor ve saygı duymuyorlar; buna mukabil saçma sapan yasaklarla karşılaşan kitleler, gerçekte laikliğin "Türkiye'deki laikçiler"in anladığı ve inandığı bir şey olduğunu zannederek kavrama soğuk bakıyorlar.

Bu kör dövüşünü sükûnete erdirecek şey laikliği terketmek değil, tam aksine doğru dürüst uygulamaktır; işte bu şansı bir türlü ele geçiremediğimiz için kör dövüşü devam ediyor. Ne yazık ki, ele geçen fırsatları da iyi değerlendiremiyoruz. Hep tekrarladığımızı bir kere daha tekrar edelim: Türkiye'de, kamu bütçesi imkânlarının kısıtlı, özel sermayenin de kıt olması yüzünden yatırımlara, kalkınmaya dönük programlarla siyaset yapma aralığı daraldı; bu yüzden siyasi partiler programlarını ideolojik unsurlar üzerine kurarak, "fikir itibariyle akraba olanlar bize oy versin; bizim kampımıza katılsınlar" gibi bir kolaycılığa sarılıyorlar. Başta basın olmak üzere siyasetimizin ve merkezî bürokrasinin temel kurumları arasında ideolojik meseleleri propaganda malzemesi yapmamak hususunda bir centilmenlik anlaşması yapılabilmiş olsa, eminim ki, bizi dışarıya karşı hacil duruma düşüren davranış travmalarına ve kaotik kamplaşmalara kısa sürede son verilir.

Bundan eminim, çünkü "yukarılarda", laiklik konusunda canhıraş münakaşa ve kavgalar verilmesine rağmen Türk toplumu, laik kültürün gerektirdiği uzlaşma ve karşılıklı hoşgörüyü bizzat yaşamakta ve hâlen devam ettirmektedir. İnsanlar birbirlerini gündelik hayatta siyasi görüşlerinden ötürü kınamıyor, aşağılamıyor; olduğu gibi kabul ediyor. Kimse kimseyi dini veya felsefesi inanç ve kanaatlerinden ötürü hor görmüyor, selamı sabahı kesmiyor, bu yüzden düşmanlık beslemiyor. Zeminde kavga yok fakat çatı katında kavga gürültü eksik olmuyor. Laiklik esasen Türkiye'de fiilen yaşayan bir olgudur ve bu herkes için büyük bir kazançtır.

Her iki tarafı temsil eden politikacılardan daha sağduyulu, daha yumuşak bir dil kullanmalarını bekliyoruz; eğer onlar Türkiye'nin yaşadığı fiili gerçeğe saygı gösterirlerse ülkemiz dışarıdan "din taraftarları-din düşmanları" gibi görünen iptidai ve çirkin kamplaşma manzarasından çabucak sıyrılacaktır.

Laikliğe hepimiz sahip çıkalım; destekleyelim ve bu kavramın, temel hakların hayata geçirilmesinde en önemli araçlardan biri olduğunu hiç hatırdan çıkarmayalım.