Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde değil... Ben diyeyim elli, siz deyin 60 sene evveline gidiyoruz.

İki ailenin büyükleri görücü usulü ile evlatlarını evlendirmeye karar veriyorlar. Görücü usulü, o tarihlerde çok daha sert bir üslûpla işlemektedir. Birbirinin yüzünü ilk defa nişanda veya nikâhta gören çiftlerin sayısı hiç de az değildir (Rahmetli anacığım, "babanı ilk defa nişanda gördüm" demişti).

Düğün yapılıyor; düğün evinden kalabalık çekiliyor. Dâmat, yatsı namazından sonra ellerinde meşaleler taşıyan bir kalabalık tarafından ilâhiler okunarak evine getiriliyor.

Gelinle dâmat için bir odada akşam yemeği hazırlanmış.

Yeni kalaydan geçirilmiş pırıl pırıl bir sini üzerinde üç dört tane kapaklı sahan var.

Besmele çekerek sofraya oturuyorlar. Daha onbeşini yeni doldurmuş (belki daha küçük!) gelin hanım, önündeki sahanın kapağını kaldırıyor: Tabakta erişte pilavı vardır.

Dâmat dikkatle genç kızı izlemektedir.

Gelin hanım’ın bir kusuru (!) vardır; erişte pilavını sevmez. Tâ küçük yaşlarından beri değil erişte pilavı yemek, erişte pilavının olduğu sofraya bile oturamaz.

Midesi kalkar gibi oluyor ama neyse ki, sofrada başka kapaklı sahanlar da vardır. Ötekini açıyor, yine erişte pilavı!

Damadın dudaklarında gizli bir tebessüm, "yesene" diyor.

Gelin, daha önce bir çift kelime bile konuşmadığı hayat arkadaşına, "yemesem iyi olur" gibisinden cevab vermeye çalışarak ümitle son tabağın kapağını kaldırıyor.

Yine erişte pilavı!

"Ye" diyor damat, "mis gibi erişte pilavı"

Genç kız cesaretini toplayıp, "ben ömrümde hiç erişte pilavı yemedim, yiyemem ki" diye mahcûbâne cevap veriyor.

-Yiyeceksin, emrediyorum!

Genç kız ağlamaya başlıyor; kendisine nasıl bir tuzak kurulduğunu, iki aile arasındaki sohbetler esnasında genç kızın neleri sevip sevmediğinin "kaynana" tarafından çaktırılmadan nasıl araştırıldığını ve hemen genç damadın kulağına yerleştirildiğini, "kendi terbiyeni ve üstünlüğünü ilk günden kabul ettireceksin ki sözünden çıkmasın" yolunda zalim telkinlerle delikanlının beyninin nasıl yıkandığını belki henüz bilmiyor ama ana evinden çıkarken, "bu evden telli duvakla çıkıyorsun; buraya ancak kefeninle girebilirsin. Kocana, ailesine itaat edeceksin" sözleri henüz kulaklarındadır.

-Ye, yiyeceksin!

Lokmalar ağzında büyüye büyüye bir sahan dolusu erişte pilavını ağlaya ağlaya yiyor genç gelin. Pilavın bitmesine yakın midesi isyan edince yediklerini çıkarmak zorunda kalıyor.

Bu durumu emirlerine itaatsizlik kabul eden damat, hışımla yerinden fırlayıp gelini bir güzel dövüyor.

Sonra yine zorla erişte pilavı yediriyor.

Sonra gerdeğe giriyorlar!


Aradan siz deyin elli, ben diyeyim altmış sene geçiyor. Çoluk, çocuk, torun, torba; iyi günler, kötü günler derken bizim dâmat hastalanıp yatağa düşüyor. Gerdek gecesinde erişte pilavı yüzünden bir güzel dayak yiyen eşi, senelerce yatağa mıhlanmış eşine "öf" bile demeden sadakatle hizmet ediyor.

Adam ağırlaşınca hastaneye kaldırıyorlar. Tabii eşi de refakatçi sıfatıyla yine kocasının yanında.

Hasta artık sekerât (ölüm) ânındadır, fakat yaşıyor. Yakınları, eşi dostu toplanmış ölümünü bekliyorlar fakat hasta bir türlü son nefesini veremiyor.

Hastanın yakınlarından biri, yaşlı yengesini koridorun tenha bir yerine çekiyor,

-Yenge, elini ayağını öpeyim; gel hakkını helâl et. Bak, son nefesini bile veremiyor, artık acı çekmesin!

Kadın diyor ki:

-Evlatlarımın babası, evimin direği, namusumun bekçisidir. Dört sene altından aldım. Huysuzdu, aksiliklerine katlandım. Bütün haklarımı helâl ediyorum fakat evlendiğim gece bana zorla, dayakla yedirdiği erişte pilavı meselesindeki hakkımı helâl etmiyorum; Allah sorsun!

Birkaç dakika sonra hasta ruhunu teslim ediyor!


Bu hadise başından sonuna gerçektir fakat bugünün gençleri bu hikâyede Kerem ile Aslı hikâyesindeki hadiseleri andırır masalsı birtakım boyutlar bularak inanmakta zorlanacaktır; iktisatçılar, sosyologlar, tarihçiler, feministler hadiseden farklı farklı mânâlar çıkaracak ama neticede, "günümüzde artık böyle şeyler olmaz" hükmünde birleşeceklerdir.

Bu yorumlar doğru, haklı ve isâbetli olabilir fakat bu hadisede çok daha farklı bir noktaya bakmak ve üzerinde düşünmek zorundayız: Bu, aynı zamanda bir kahramanlık hikâyesidir. Arkadaşımdan bu hadiseyi dinleyince ilk tepkim, "Çanakkale’de, Sakarya’da din için vatan için can verip şehit olmak kolay ama bu kadının yaptığı şey kahramanlıktan daha zor, çok ötede, çok farklı bir şey" demiştim.

Bu hadise beni çok etkiledi, sonra düşündüm ki, o kahraman kadınlar hiç de istisnâ değildi. Yakın çevreme bakınca benzerlerini yavaş yavaş hatırlamaya başladım.

Müthiş kadınlardı bunlar!

Dışardan bakılınca zayıf, iradesiz, köle ruhlu, itaat kültürüne alışkın bir yapı gösterebilirler fakat aileleri ve ille de çocukları söz konusu olduğunda iradeleri paslanmaz ve bükülmez çeliğe dönüşür. Yokluğa, mihnete, hatta sevgisizliğe bile tahammül edebilirler ama onların direnci bir başka boyutta yıkılmaz kale duvarları gibi sağlam ve dayanıklıdır. Kendileri için değil, daha ziyade başkaları için yaşamış, garip, sevgi ve irade dolu insanlardır bunlar.

Bizim toplumumuzun hesaba gelmez tarafını işte bu büyük kadınlar inşâ etmişlerdir; kültürümüzü yoğuran onlardır; her dem şirâzesinden çıkıp dağılmaya hazır bir cemiyetin bir arada durmasında onların büyük hisseleri vardır. Her iktisadi ve siyasi kriz, önce onları vurur ve onların göğsünde durulur. Onlar kantarın topuzudur, mâ’şeri şuur diye bir şey varsa onların sadrındadır.

Cennet işte onların ayakları altında duruyor.


"Dünün anneleri böyleydi, şimdikiler nerdee?" demeyeceğiz, dememeliyiz: Kuvvetle hissediyorum ki bütün nâkıselerimize rağmen bir dilim ekmek, bir lâhza huzurumuz varsa, genci-yaşlısı ayırdetmeksizin onların kahramanlığı yüz suyu hürmetinedir. Onlar hâlâ yaşıyor, aramızdalar ve biz onlara çok şey borçluyuz.


Bir küçük hatırlatma ile sözü bağlayalım; biz erkekler, kadınlarımızdan helâllik dilediğimizde, onlara "helâl olsun ama..." dedirtecek bir gönül kırgınlığı yaşatıp yaşatmadığımızın muhasebesini yapmalıyız vaktiyle; çünkü böyle bir borcun ödenmesi mümkün olmayabilir ve hiç kimse böyle bir borçla ölmek istemez.