Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Danimarka'da Jyllands Posten gazetesi, iki cihan serveri Efendimiz'i yakışıksız şekilde tasvir eden bir karikatür yayınlamış.

Bu densizlik tepki yaratınca aralarında bizim Başbakan'ın da bulunduğu 11 ülke temsilcileri bir mektup yazarak olayı kınamışlar. Danimarka'da hükümeti dışardan destekleyen Danimarka Halk Partisi meseleyi gensoru konusu haline getirince Başbakan Rasmussen celâllenerek, Danimarka'da fikir ve basın hürriyetini engellemeye kalkışan bu teşebbüsü Başbakan Erdoğan'dan soracağını belirtmiş. Milliyet'in haberinde olay aynen böyle aktarılıyor. Rasmussen'in muhakeme biçimi şöyle işliyor: "Danimarka'da basın hürriyeti var, basına müdahale edilemez, fikir hürriyetinin kullanılmasından rahatsız olanlar yargıya giderler."

Kağıt üstünde Rasmussen haklı; "Kağıt üstünde" dediğim, bizim hariciye muhitlerinin telâffuzundan pek hoşlandıkları, "Avrupa müktesâbatı" veya Avrupa Birliği Hukuku dedikleri olgu. Bu olgu din ve vicdan hürriyetine en geniş serbestîyi tanımakla birlikte "serbestî" kavramı içinde eleştiriyi, hatta istihzâyı ihtiva ettiği için, Müslümanların tepkisini garip, uyumsuz ve nihai kertede "hazmedilemez" bir tavır olarak değerlendirecektir. Problem Rasmussen'in veya onun gibi düşünenlerin davranışında değil, bizim bu olgu karşısında nasıl davranacağımız noktasında düğümleniyor.

Şimdilik ufak-tefek gibi görünen bu gibi pürüzler, daha şimdiden 10-12 senelik vade biçilen müzakere sürecinin bir yerinde Türkiye'yi dramatik yol ayrımına getirecek. Aslında müzakere sürecini tıkaması muhtemel daha onlarca husus, potansiyel maraza başlıkları halinde bir kenarda duruyor. Onun içindir ki görüşmelere, en az ihtilaf çıkarması muhtemel konularla başlanılması taraflarca uygun görüldü. Daha önce de işaret etmiştik; Türkiye açısından önemli sayılan şey, AB'ye tam üyelik statüsünün kazanılacağı güne erişmekten ziyade, sürecin devam etmesidir zira Türkiye'de "AB üyeliği" fikrine temelden karşı olduğunu ilan eden ciddi bir siyasi güç yok; bu fikre samimiyetle muhalif olanlar bile, en azından süreç devam ettiği süre zarfında böyle radikal bir çıkışta bulunmaktan kaçınıyorlar; onların hesabı, müzakerelerin tıkandığında, "evet biz esasta AB üyeliğine karşı değildik ama muhtemel mahzurları da işaret etmiştik, işte dediğimiz çıktı" diyerek o günün kahramanı olmaktır. AB'ye tam üyelik siyasetini sürdüren merkez partileri ise, sadece müzakere sürecinde bulunmanın bile Türkiye'yi dönüştürecek reformların güç kaybetmemesi bakımından önemli olduğunu savunuyorlar; bu fikre saygı duymak gerekir çünkü ayan-âşikâre belli oldu ki Türkiye, kendi dinamikleriyle dönüşüm ve reform hamlelerini sürdürecek iç mutabakat ve fikr-i selimden mahrumdur. Yani, bu satırların yazarı tarafından savunulan, "AB'ye üye olmak uğruna birçok bağlayıcı taahhüde girip sun'i buhranlar yaşamak yerine, reform programını AB'den bağımsız bir üslûpta kendimiz takib edelim" fikri, pratikte ne yazık ki büyük bir mânâ ifâde etmiyor. Keşke edebilseydi, çünkü bu istikamette serdedilecek bir siyasi kararlılık, zannedilenin aksine Türkiye'nin AB üyeliğini kolaylaştırıcı ve süratlendirici bir tesir yapardı.

Türkiye'nin -söz gelişi Portekiz veya Polonya gibi ülkeler gibi- kolayca AB üyeliğini kazanamayacağını hatırlatan bir başka mesele daha var; pek göze çarpmayan ama mukayeseli ve derin tarih okumalarıyla vâsıl olunabilecek bir mesele bu, özetle şöyle ifade edilebilir: Türkiye bazı noktalarda henüz bütünleşmesini tamamlayabilmiş bir ülke değil. Nedir o "bazı noktalar?". Devlet büyüklerinin dinî bayramlarda bile "milli birlik ve beraberlik" nutukları çekmesi aslında o kadar da sıradan ve sebepsiz sayılmaz.

Süreç işliyor şimdilik: 50'nci kattan düşerken 30. kat hizasından geçen adam da öyle diyordu zaten; "şimdilik iyi gidiyor!"