Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Çoğumuzun bildiği -ama kâğıt üstünde bildiği- bir gerçekle Saddam'ın idamını aksettiren o çirkin görüntüler aracılığıyla yüzleşince derinden sarsıldık; bu gerçek, artık İslâm dünyasında şiddetli bir mezhep ihtilâfının çılgınca körüklendiğidir. İşgalden sonra Irak'tan gelen çok ölümlü şiddet haberleri dikkatimizden çabucak düşmüştü. Vaktiyle Lübnan'da iç savaş sürerken TRT'yi yönetenlerin ilginç tâbiriyle "Solcu Müslümanlarla sağcı Hıristiyanlar" arasındaki çatışma haberlerini çabucak kanıksamış, o garip tâbirlerin aslında ne anlama geldiğini bir türlü anlayamamıştık. Ne yazık ki, aslında çok önemli bir haber silsile karakteri gösterip aynı rutinle tekrarlandığında haber değeri zayıflayıveriyor; bu, sadece haber kanallarının değil, insan tabiatının temel zaaflarından birisi olarak değerlendirilmeli.

Saddam'ın idamı, bize Amerikan işgalinden sonra Irak'ta Şii ve Kürt toplumunun Amerikalı müttefikleriyle "işbirliği" intibâı gösteren bir ortak mesai içine girdiklerini yeniden hatırlattı. Manzaraya bakıyor ama görmüyorduk. Mahkeme kararının kesinleşmesinden sonra Amerikalıların muhafazasında tutulan Saddam'ın, iktidarı neredeyse tek başına kullanan Şii cenahına teslim edilmesi ve akabinde alelacele idam edilmesiyle Irak'taki mezhep ayrılığının aslında nasıl kanlı ve çılgın bir iktidar savaşına dönüşmekte olduğunu farkettik.

Saddam'ın idamıyla mezhep gerginliğinin yatışması, sadece çok güzel bir temenni olurdu ama öyle görünüyor ki bu idam, mahkeme sürecinden infaza ve infazın tarzına kadar, çatışmayı nihayete erdirmek yerine büsbütün alevlendirmeyi amaçlar tarzda icra edilmiştir; zira neticesinde Saddam gibi bir zulüm motifinin bile kendi ülkesinde, -en azından bazı Sünniler tarafından- hatırası hasret ve saygı ile ta'aziz edilen mazlum biri imajına dönüşmüş bulunmasıdır. Sadece kâğıt üzerinde tahlil yapıldığında Saddam'ın ölümünden hemen sonra bir hürriyet şehidine dönüşmüş olması anlaşılmıyor. Bugün Iraklıları sürükleyen şey, ülkenin barışa ve demokrasiye kavuşma ümidinden ziyade mensup olunan mezhep veya etnik kimliğin iktidardan irice lokmalar koparma iştihası gibi görünüyor. Ne kadar acı!

Yine o menfur idam sahnesine dönelim; bu gibi kritik anlarda infazın filme alınmaması elbette düşünülemezdi. İnfaz filme alındı ve belirli bir yere kadar süren görüntüler, yayınlanması için dünya televizyonlarına dağıtıldı. Görüntüleri seyrederken içimden, "galiba Amerikalılar Saddam'ın idam edildiğine herkesi inandırmak için böyle bir uygulama yapıyorlar" diye düşünmüştüm ama bu kadarı bile fazlaydı. Aradan bir gün bile geçmeden, infaz esnasında orada bulunan "birinin" cep telefonuyla çektiği görüntüler önce interneti, sonra da televizyon ekranlarını kaplayıverdi. O görüntüleri hiç seyretmedim ama şunu düşündüm: "Demek ki, Saddam'ın idam edildiği, güvenliği en üst derecede sağlanmış bir mekânda bile 'birisi', güvenlik kontrollerini atlatmayı başarmış; demek ki, ortada çok gayriciddi, çok lâçka, hatta lâubâli bir durum vardır!"

Amerikalılar gibi güvenlik paranoyasına tutularak Ortadoğu'nun İslâm coğrafyasında kovboyculuk oynamaya kalkan bir ciddi mekanizma, nasıl olur da o daracık infaz mahalline kimlerin girip çıktığını, kimin üzerinde ne taşıdığını gözden kaçırabilirdi? Bugün bırakınız havaalanlarını, kıytırık iş merkezlerinde bile çok daha ciddi güvenlik taramaları günün 24 saatinde uygulanmakta!

O halde?

Durum, evvelce bildiğimiz ama bir türlü göremediğimiz bir faktörle anlaşılabiliyor ancak; o görüntüleri çeken kişi, kimselere farkettirmeden gizlice bu marifeti işlemiş değildir; tam aksine o görüntüler, işten anlayan, şuurla yönetilmiş bir 'prodüksiyon'un eseridir. Cep telefonunun video düğmesine basılmasından tutunuz, görüntülerin internete aktarılmasına kadar süreç, bütün sonuçlarıyla hesaplanmış ve öngörülmüştür. Sahnenin aktörleri ise o görüntüler aracılığı ile Batı'ya ve İslâm âlemine ne türlü mesajlar verdiklerinin şuuruyla rollerini gayet iyi ifa etmişlerdir ve mizansenin içinde Saddam'ın şahadet kelimesini sarfetmesine imkan verilmeksizin işinin bitirilmesi de dahildir.

Bunca zahmetin bir gayesi olabilirdi; Irak'ta mezhep çatışmasını "din savaşı" şekline büründürmek. Saddam'ın idamı daha medeni ve insani bir ortamda gerçekleşmiş olsaydı, o maksada erişilmemiş olacaktı çünkü. Maksat, zaten alev alev yanmakta olan Şii-Sünni çatışmasının üstüne benzin dökmekti.

Irak'ta Amerikan varlığını uzun vadede meşru gösterecek belki de yegâne sebebin, bu noktada kanlı bir "din savaşı" olabileceği ihtimâlini asla gözardı etmemek gerekir. İşgalciler, Irak'ı demokrasiye kavuşturmak için geldiklerini ileri sürmüşlerdi; Irak'ta demokrasiyi bütün kurumlarıyla işler hale getirmeden işgali sona erdirmeyecekleri, bu mantık çerçevesinde haklı bir izah olur! Bu izah, kendiliğinden Irak'ın üçe parçalanmasını da makul gösterecektir çünkü Irak'ta istikrar, -yine bu mantık çerçevesinde- ancak parçalandığında ve kendi içinde anlamlı parçalar oluşturulduğunda mümkün olabilecektir!

Küçük çaplı mahallî hadiseler dışında mezhep savaşı, İslâm dünyasının bugüne kadar şahit olmadığı yeni bir olgu olarak geleceğimizi tehdit etmektedir; tarihinde geniş çaplı ve kanlı bir mezhep savaşı barındırmadığı için Müslümanların gururlanmalarına artık izin verilmeyeceği anlaşılıyor. Belirli bir büyüklüğe eriştikten sonra Irak'taki Şii-Sünni çatışmasının bölgeyi aniden sarıvermesi kimse için sürpriz olmaz; özellikle -ve maalesef- Afganistan ve Pakistan, mezhep savaşlarıyla istikrarsızlaştırılmaya çok müsait ülkeler olarak dikkat çekiyorlar.

Saddam'ın idam tarzındaki pervasızlık ve kabalık, 11 Eylül hadisesinden sonra Batı'da hedef tahtasına çivilenen İslâm'ı ve Müslümanları kendi enerjisiyle israf ve mahv etmek için her yola tevessül edilebileceğini isbat etmesi bakımından korkutucuydu. Ne yazık ki İslâm tarihi, Şii-Sünni ihtilâfını derinleştirmek ve kışkırtmak isteyenler için yeterince malzeme sunuyor. Müslümanların aynı delikten iki kere sokulmamalarını temenni etmek zorundayız fakat İslâm dünyasının sefaleti ve eğitimsizliğini de hatırdan çıkarmamak durumundayız.

Bu düşkünlük o kadar kötü ki, "suç" sayılsa yeridir.

Batılılar din savaşının ne olduğunu gayet iyi biliyorlar çünkü Batı tarihi, okunduğunda bile insana ürperti veren fecî iç savaş tablolarıyla doludur; onlar, zaafiyetlerini farkederek dünyaya bir "uzlaşma kültürü", yani demokrasiyi hediye edebildiler. Bizim aynı muhataralı yollardan geçmemiz gerekmiyor; İslâm kültürünün ortak paydasında buluşarak ve daha çok zihnî efor sarfederek bu belâları savabileceğimize inanmak istiyorum lâkin olayların seyri bu temennileri doğrulamıyor.

İnşallah yanılırım.

AKLINIZDA BULUNSUN: HART VAKASINDA BİR BAŞKA BOYUT

Dedesinin Hart Vakası'nın canlı şahitlerinden olduğunu söyleyen bir okuyucu, telefonda verdiği bilgide yeni boyutlara ışık tuttu; buna göre Eşref, Şii değil bir Nakşibendi şeyhidir ve olaylar, jandarmanın dergâh diye bilinen mahale saygısızca girmesiyle başlamıştır. Bu durumda bazı jandarmaların namazgâhta hafifmeşrep kadınlarla âlem yaptığı yolundaki iddia gölgeleniyor.

Bu durumdan sizi haberdar etmek istedim; ümid ederiz ki, Erzurum veya Trabzon'daki üniversitelerimiz, konuyla ilgili dört başı mamur bir monografik çalışma yaptırırlar.