Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Hadise, Hicret takviminin 66. yılında (Milâdi 686) geçiyor. 66. hicrî yıl, İslâm hükümetinin en dağdağalı, en karışık ve ihtilâflı dönemlerine denk geliyor.

61. yılda, acısı bugün bile kalpleri sızlatan Kerbelâ Vakası cereyan etmişti. Bu olayın artçı sarsıntıları ve hesaplaşmaları uzun süre devam etmiş ve daha sonraları itikadî ayrılmalara yol verecek siyasi hizipleşmeler ayyuka çıkmıştı. Sizlere anlatacağım olaylara zemin teşkil etmesi için önce hayli daraltılmış bir tarihi özet yapmak zorundayım.

Hz. Hüseyin ve diğer Ehl-i Beyt mensuplarının Kerbela'da katlinden sonra Ehl-i Beyt taraftarları, hak arayışlarına bir siyasi liderlik çerçevesi kazandırmak amacıyla, Muhtar'üs Sakafi etrafında toplandılar. Muhtar da Evlâd-ı Ali'den Mehdî Muhammed Bin Hanîfe adına hareket ettiğini etrafa duyurdu ve Emevi idaresi aleyhine isyan hareketi başlattı.

Hadise, işte bu isyan günlerinde geçiyor. Olayın ayrıntılarını İbnü'l-Esîr'in en tanınmış eseri "El Kâmil fi't-Tarih"ten nakledeceğim (Cilt 3, Hikmet Neşriyat, İst., 2008). [Alıntılarda yer yer kulağı rahatsız eden ifade zaaflarına müdahale etmedim, tercümeye sadık kaldım. Aşağıdaki alıntıda köşeli parantez içindeki ifadeler bana aittir; ATA.]


Tufayl bin Ca'de bin Hubeyre anlatıyor: [Tufayl'ın bu meselede Muhtar taraftarı olduğunu ve Muhtar'üs Sakafi'ye bir şekilde yardımda bulunarak desteklemeyi düşündüğünü çıkarıyoruz /ATA.]

"Oldukça şiddetli bir sıkıntıya düşmüştük. Bir gün dışarı çıktığımda zeytinyağı ticareti yapan bir komşumun yanında son derece kirlenmiş bir sandalye gördüm. Kendi kendime şöyle dedim: 'Ben bu konuda Muhtar'a bir şeyler uydurup söylesem ne olur?' Ondan sonra o sandalyeyi zeytinciden aldım, yıkadım. Sandalyenin ahşabı oldukça parlak çıktı; çünkü içine pek çok yağ çekmişti, pırıl pırıl olmuştu.

Muhtar'a dedim ki, 'Ben senden bir şey gizliyordum, şimdi bundan sana bahsetmeyi uygun görüyorum. Benim babam Ca'de bizde bulunan bir sandalye üzerinde oturur ve sandalyede Hz. Ali'den bazı izler bulunduğunu söylerdi.' Muhtar bana şöyle dedi: 'Allah Allah! Sen bu zamana kadar bunu bizden gizledin demek, haydi onu bize gönderiver.' Bunun üzerine kalktım, üzeri örtülü olduğu halde onun yanına getirttim. Bana on iki bin dirhem verilmesini emrettikten sonra topluca namaza gelinmesi için seslenilmesini söyledi. Herkes toplanınca Muhtar şöyle söyledi: 'Bundan önce geçmiş bulunan ümmetlerde her ne var idiyse bu ümmette de onun benzeri olur. Şunu biliniz ki İsrailoğulları'nın bir tabutu vardı [Ahd-i Atik Sandukası'nı kasdediyor]. Bizim aramızda da bu tabutun benzeri vardır'. Bu sefer sandalyenin üzerindeki örtüleri kaldırdılar, bunu gören Sebeîler ayağa kalkıp tekbir getirdiler.

Daha sonra fazla bir süre geçmeden Muhtar, İbni Ziyad ile [Emevî otoritesi taraftarı] çarpışmak üzere askerler gönderdi. Örtülü olarak bir katırın üstünde bu sandalye de çıkarıldı. Şamlılar görülmemiş bir şekilde öldürüldü. Bu ise onların bu konudaki fitne ve aldanışlarını daha da artırdı. O kadar ileri gittiler ki, küfre bile düştüler. Bu bakımdan yaptığımdan pişman oldum." (...) Denildiğine göre Muhtar, Ca'de bin Hübeyre'nin ailesiyle bu konuda konuşmuştu; çünkü Ca'de'nin annesi olan Ümmü Hâni, Ali Bin Ebî Talib'in ana baba bir kız kardeşi idi. Onlara, 'Bana Ali'nin sandalyesini getiriniz' demiş, onlar: 'Allah'a yemin ederiz ki o bizim yanımızda değildir' diye karşılık verince Muhtar şöyle çıkışmıştı: 'O zaman sizler ahmaksınız, haydi gidin bana bu sandalyeyi getirin.'

Taberi der ki, "Bunlar herhangi bir sandalye getirseler bile tamam bu odur diyeceğini ve kabul edeceğini anladılar. Gittiler, herhangi bir sandalye getirip teslim ettiler. O da bu sandalyeyi onların ellerinden aldı. Şibâmlılar, Şâkirliler ve Muhtar'ın arkadaşlarından ileri gelenleri bu sandalyenin üzerini ipeklilerle örttüler..." (s. 594)


Şimdi bir soluk alıp bazı değerlendirmelerde bulunabiliriz. Yukarıda İslâm tarihinin pek bilinip konuşulmayan, ikinci derecede önemli siyasi hesaplaşmalarından biri hikâye ediliyor. İbnü'l-Esîr'in Tufayl'ın ağzından naklettiği rivâyet [Ki onun da Taberî'den nakîl olması muhtemeldir.], bize insanların darda, bunaltıda kalınca nasıl da çabucak cahiliye devri geleneklerine ve kurumlarına dönüverebileceğini hatırlatıyor. Bir nesneye kudsiyet atfederek onu bir siyasi-dinî sembol olarak yüceltmek ve etrafında siyasi bir kenetlenme sağlamak! Din ile siyâset iç içe.

Kaynaklar, Evlâd-ı Ali'den Mehdî Muhammed Bin Hanîfe'nin ve onun adına Muhtar'üs Sakafî'nin imânî, itikadî meselelerde sâdık ve güvenilir olduklarını teyid ediyor; bu meselede M. Bin Hanife'nin konudan tamamen habersiz ve mâsum olduğu meydandadır ama çıkarılması gereken ibret dersi, siyasetle uğraşanların dar zamanda tutunabilecekleri hemen her şeye sarılabilecekleridir. Muhtar, nereden bulunduğu belli olmayan bir sandalyeye [kürsü, oturak], kudsî hatıralar ve mübâreklik atfetmenin doğru olmadığını elbette bilen biriydi, ama...Şimdi, şu sandalyenin âkıbeti hakkında erişebildiğim son ayrıntıyı naklediyorum; yine aynı eserden, (s. 593)


[Muhtar'üs-Sakafî'nin en güvenilir kumandanlarından, meşhur Eşter'in oğlu] "İbrahim, El Hakem Manastırı'na varınca orada Muhtar'ın arkadaşlarıyla karşılaştı. Bunların yanında bir kürsü [yukarıda bahsedilen sandalye] bulunuyordu. Bu kürsüyü çıplak bir katır üzerine yüklemişlerdi ve İbrahim'e zafer ihsan etmesi için dua edip Allah'tan yardım diliyorlardı. Bu kürsünün koruyucusu ve onunla görevli olan kişi Havşek el Bersemî idi. Kürsünün etrafında bulunanların yanından geçerken onların eğilmiş olduklarını, ellerini göğe kaldırarak Allah'a dua ettiklerini gördü. İbrahim şöyle dedi: "Allah'ım bizim aramızdaki akılsızların yaptıklarından dolayı bizi sorumlu tutma. Nefsimi elimde tutan Allah'a yemin ederim ki bu, buzağılarının etrafına toplanıp eğilen İsrailoğulları'nın adetidir. Daha sonra onlar döndü, İbrahim de devam etti."


Bu raddede söylenebilecek çok söz var ama bağlayalım: Dinle siyâsetin birbirine karıştığı alanlar, normal zamanlardan ve yerlerden çok daha fazla titizlenmek ve dikkat göstermek gereken hususlardır. Hazreti Ali'nin (kerremallahu veche) kendinden sonrakilere bıraktığı en değerli hâtıra sandalyesi veya kürsüsü değil, ihlâsı, ilmi, ahlâkı ve davranışları olmak gerekirdi ve öyledir.