Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Yaşadığımız günler sıradışıdır; yakın tarihin kavşak noktasından değilse bile önemli virajlarından birinden geçiyoruz. Böyle olmasını biraz tabii karşılamak gerek; çünkü devlet geleneğimizde devletin, toplumunu bu derece ciddiye almaya hazırlandığı an pek nâdirdir.

“Kürt açılımı” ismi bu mânâyı hafifletiyor ve devletin Kürtlerden özür dilemesi, Kürtlerin gadre uğrayan haklarının iadesi gibi mânâyı çağrıştırıyor, halbuki bana göre gerçekleşmekte olan şeyin kapsamı daha geniş ve mânidardır; ben olup biteni devletle toplum arasında hâsıl olmakta bulunan hayli geniş kapsamlı bir empati faaliyeti olarak anlamaktan yanayım; öyle olmasını temenni ediyorum. Devletin topluma karşı empatiyle yaklaşması, onun ananevi “devlet” duruşundan ayrılması ve tabiatının değişmeye başlaması anlamına gelecektir. “Toplumu tasarlayan devlet”ten, “toplumu dikkate alan ve kendini ona göre biçimlendirmeye kararlı bir devlet” anlayışına doğru bir değişimden bahsedebilmeliyiz.

Bahsedebiliyor muyuz; henüz değil fakat bu istikamette en azından bir arpa boyu yol gittiğimiz inkâr edilemez; henüz devam etmekte olan Ergenekon davası, bu çerçeve içinde gerçek anlamını buluyor ve devletin, kendi içindeki kötülüklere, yanlışlara ve olumsuzluklara karşı dürüst olup olamayacağını konu ediniyor. Mesele darbecilerin yargılanmasından ibaret değil; mesele devletin bizatihi kendine karşı da âdil ve tarafsız davranabilme kabiliyeti geliştirebilmesiyle ilgili.

BİZ KENDİNİ İDAREYE EHİL BİR TOPLUM MUYUZ: BU KABİLİYETİ GÖSTERELİM ÖYLEYSE...

Her hâl ü kârda ipin bir ucunda devlet var; ama dikkat, devlete soyut ve müteâl bir varlık izâfe ederek konuyu, insan tâkâtının dışında bir boyuta taşımamalıyız. Devletten şikâyet ediyorsak, insanlardan, kendimizden şikâyet ediyoruz demektir; devlet kurmak ve onu adaletle işletmek benim için medenî bir ehliyet meselesidir. Öyleyse meseleyi, kendi tabiatımızı ıslah etmek sadedinde de kavramak lâzım, zira bizim varlığımızın ötesinde müteâl, mücerred bir devlet yok. Devletin ıslahı, kendi nefsimizi ve medenî kabiliyetlerimizi ıslah demektir.

Doğrudan devlet cihazı veya dolaylı olarak kendi nefsimiz; her ne ise hâlinden ve işleyişinden memnun değiliz ve bu yönetim anlayışını esaslı surette ıslah etmek gerekiyor; bunun açılımı gerekirse şöyle yapmalıyız: “İçimizdeki Kürd'ün içimizdeki Türk'ü, içimizdeki Türk'ün içimizdeki Kürd'ü imlâya getirmesi”, fakat hepsinden daha değerli olmak üzere, kendi nefsimizi sigâya çekecek derecede ehliyet ve basiret gösteren bir toplum olmak rüştünü isbat etmekliğimiz...

Biz kendi hâlimizi değiştirmezsek, bunu bizim için hiç bir dış güç yapmaz zaten; yapamaz. Dış güçler, haklarında çıkarılan bütün efsânelere rağmen o kadar muktedir değillerdir.

...

Hâl böyle olunca Kürt açılımı gibi bir çerçevenin maksadı ifadede yetersiz kaldığı âşikâr; demokratik açılım daha isabetli bir isimdir. Demokratik açılımın ilk alt başlığı ise kaçınılmaz bir öncelikle Kürt meselesi olacaktır ve öyle oluyor.

PSİKOLOJİK EŞİKLERİ AŞMAK, DEMİR DAĞLARI ERİTMEKTEN DAHA ZOR OLABİLİR

Daha şimdiden psikolojik zemin ortaya çıktı ve netleşmeye başladı. Hükümet, somut hiçbir program maddesi zikretmeksizin karşılıklı iyiniyet ve anlayışı destekleyen, güçlendiren adımlar atmaya, toplantılar yapmaya devam ediyor; bu program basında hayli taraftar buldu ve arkasındaki kamuoyu desteği de giderek artıyor. Herkesin merak ettiği programın içinde esasen elle tutulur bir şey olmadığı yavaş yavaş anlaşılıyor fakat bundan ötürü hayal kırıklığına uğrayacak değiliz; işin doğrusu da budur ve ne olması gerektiğine yine biz bu süreçte karar vermeliyiz; bunu becerebilmeliyiz.

DTP'nin açılıma karşı takındığı tavrı tek cümlede özetleyemiyoruz çünkü, belli ki tâ eski zamanlardan kalma bir, “devletin sağı solu belli olmaz; bütün paramızı tek ata yatırmayalım” şeklinde özetlenebilecek bir tedirginlik hissi yok değil; bu hisle DTP'liler, kendi aralarında “İyi polis-kötü polis” şablonunu tekrarlıyor gibi davranıyorlar. Ahmet Türk çizgisi iyimser ve uzlaşmacıdır; buna mukabil –gariptir- DTP'nin kadın üyeleri daha şahin, daha kavgacı ve uzlaşmaz bir yol takibine memur edilmiş gibi davranıyorlar. Belki biraz da, “Bunları imlâya getirdik; avucumuza girdiler, fırsat düşürmüşken iyice silkeleyeyim” psikolojisinden bile söz edilebilir.

“ZAFER VEYA HİÇ” OLMASIN; ŞU ZAFERİ KAZANALIM!

Burada hatırlatmaya bile lüzum görmemeliyiz ki, neticesinde sadece Kürtlerin hoşnutluk ve zafer hissi duyacakları bir çözüm, çözüm olmayacaktır; çözüm, herkesin kendini kazanmış gibi hissetmesinde yatıyor ve çözümü bu derece geniş ve kapsamlı hâle getirmek için herkesin desteğine ihtiyaç var.

Sadece Kürtlerin değil, herkesin kazanması demek, devletin çıkıp, “Ben hizmet etmekle yükümlü olduğum topluma karşı âdil davranmadım ve yanlış şeyler yaptım; insanların hürriyet alanlarını daraltan ve varlığını lüzumsuz bir şiddet ve hiddet gösterisiyle hissettiren bir devlet yanlış davranıyor demektir. Yanlış yaptım, özür diliyorum ve bir daha böyle olmaması için metodik çözümler üreteceğim” diyebilmesi demektir. Şimdikinden daha küçük ama daha güçlü ve inandırıcı bir devletten bahsediyoruz elbette...

Bu çözüm arayışı daha başlangıcında “Kürtlere mahsus” bir çerçeveye sıkışırsa, bundan hoşnutluk duyması kuvvetle muhtemel çevrelerin ekmeğine yağ sürülmüş olacaktır. Onlar daha şimdiden, “Bu kadar şehidi boşuna mı verdik; duygularımız ve fedakârlığımız hiçe sayılıyor; bunlar teröristlere teslim oldular. Teröristin her arzusuna evet diyerek elindeki silahı bıraktırmanın anlamı yoktur” diye çok acı bir ses tonuyla konuşuyorlar. Çözüm sürecine iyi niyetli katkı yapmak yerine kötümserliği ve en kötü ihtimali ciddiye alarak konuşanların etkileyebileceği insanlar sayıca ve güç itibariyle azımsanmamalıdırlar. “Madem böyle yapacaktınız biz niçin dövüştük; evlatlarımız niçin dövüşüyorlar ve ölüyorlar?” diye düşünen mühim bir kitle var.

Buna mukabil, “Silahlı mücadelenin işe yaramadığını kim söylemiş; işte amacımıza ulaştık. Düşmanı dize getirdik ve barışa razı ettik; işte şimdi ayağımıza özür dilemeye geliyorlar. Aman ağırdan alalım ki burunları iyice sürtülsün!” diye düşünenlerin varlığını da hesaba katmak gerekir.

Ezcümle, anlaşmamak için bahâne çok; barış için sebep bulmak ise, denizden inci çıkarmak kadar değerli. Öyleyse dikkat, dramatik bir yol ayrımıdır burası. Tercihimizi neden yana kullanacağız?

Bu süreçte aşırı unsurlara mikrofon olmak, onların sesini yükseltip yaymaktan kaçınmak lâzım çünkü bir şeyi yıkmak, yapmaktan çok daha zordur. Açılımı baltalamak isteyenlerin geliştirebileceği daha düzinelerce alternatiften söz edilebilir fakat çözüme inananların seçeneği o kadar fazla değil; onlar bir şeyi sabote etmeye değil tesise, tahribe değil imâle, imhaya değil hayat vermeye, kesintiye uğratmaya değil sürdürmeye odaklanmıştır. İşleri zor fakat değerlidir. Buna mukabil “istemezükçüler”in işi kolay fakat ucuzdur. Bir bina nice insanın emeğiyle aylar, yıllar boyunca yapılabiliyor fakat bir kundakçının kibritiyle birkaç saat içinde kül hâline gelebiliyor.

ÇÖZÜMÜ ZATEN YAŞIYORUZ AMA ADINI KOYALIM

Biz olmadık derecede harikulade ve karmaşık çözümler peşinde değiliz; bu çözümün en iyimser ve ciddiye alınması gereken tarafıdır. Türkiye çözümü yaşıyor zaten; birlikte, iç içe yaşıyoruz ve Türkiye'nin her yerinde yan yana yaşıyoruz. Hiç bir kıtayı yeniden keşfetmeye ihtiyacımız bulunmuyor. İhtiyacımız olan tek şey, karşılıklı olarak bazı psikolojik eşikleri aşmak ve hüsnüniyet sahibi olmaktır ve esasen beraber yaşama arzusu ve tecrübesi olmasaydı, bugün barışmak ihtimâli de söz konusu olmayacaktı. Yaşanan onca kanlı hadiseye rağmen aynı mekânları ve yurdu paylaşıyor olmak çok mühim bir kazançtır.

Burada yeni bir devlet kurmaktan, yeni bir anayasa yazıp etnik unsurlara anayasal payeler vermekten, kurulmuş cumhuriyeti numaralandırmaktan bahsetmiyoruz; burada kendi söküğümüzü dikebilmek basiretini gösterip gösteremeyeceğimizden bahsediyoruz. “Bu çözümü dış çevreler dayatıyor; onun için bu raddede çözümden bahsetmek onursuzluktur, yabancı uşaklığıdır” mantığının üstüne çıkmak zorundayız. “Her türlü barış, her türlü savaştan iyidir” demiyoruz fakat onurlu barış için ihtimâl belirdiğinde onu takib etmenin değerinden bahsetmeye çalışmalıyız. Bu yüzden eğer becerebilirsek bu süreci devletle toplum ilişkilerinin ve hukukunun yeniden biçimlendiği, yeni bir Tanzimat reformu gibi değerlendirmek daha doğru olacaktır.